Oct 11, 2017

sevan

CUMHURİYET'İN YAYINLAMADIĞI RÖP
------------------------------------------------------
Üç hafta önce Cumhuriyet gazetesinden bir arkadaşa verdim bu röportajı. Yayınlamayacaklarından emindim. Nitekim yayınlamadılar.

Cum - Firarınız çok konuşuldu... Firar etmeye nasıl karar verdiniz? Kaçış hikayenizi anlatır mısınız?

SN - Hapisteki ikinci yılımın sonlarına doğru, 2015’te firar ihtimali ağır basmaya başlamıştı. 21 Aralık 2015’te izinli çıktığımda İstanbul’da büyük bir doğum günü partisi verdim. Niyetim ertesi günü yürümekti. Olmadı. Kışın olmaz dedik, arkadaşlar “biraz daha dişini sık hükümet bu işi çözecek” diyerek avuttular, erteledik. Birkaç hafta sonra yukarıdan gelen bir emirle kapalı cezaevine gönderildim, 14 ay başımı zindandan dışarı çıkaramadım. Disiplin cezam bitip yeniden açığa geçince hiç tereddütsüz düğmeye bastım.

Kaçış hikâyemi anlatmayayım isterseniz. Absürt bir süreçti, ne kadar beceriksiz ve şapşal olduğum ortaya çıksın istemem.

Cum - Firari özgürlük günleriniz nasıl geçiyor? Neler yapıyorsunuz?

SN - Samos yani Sisam adasındayım. Burası şahane bir yer, sakin, huzurlu, medeni ve olağanüstü güzel. Etrafa bakıyorum, beşeri ve mimari tek bir tane çirkinlik göremiyorum. TC şartlarına alışık biri için müthiş bir lüks bu. Bir arkadaşımın ufacık köy evine yerleştim, bütün gün harıl harıl kitaplarıma çalışıyorum. Akşamları mahallenin tavernasında komşularla iki kadeh çipuro içiyorum. Dağ yürüyüşü yapıyorum, göbeğim çatlayıncaya kadar bisiklet sürüyorum. Ufak ufak projeler de şekillenmeye başladı. Baharda bir dilbilim konferansımız olacak, bir iki mimarla konuştum ufaktan restorasyon işlerine de girişeceğim yakında.

Cum - Türkiye’ye bir gün geri dönebilme umudunuz var mı?

SN - Gönül zevzektir, umar.

Cum - Türkiye’de bir kesim, ‘başımıza ne geldiyse yetmez ama evetçiler yüzünden geldi’ diyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

SN - İdrak ve ahlak yokluğu diyorum. Türkiye’nin başına gelen felaketin asıl yaratıcısı “vatan-millet-bayrak” kisvesine bürünmüş, aşırı güçlü, çağdışı bir diktatoryal yapıydı. Şimdiki rejim o yapıyı kırmaya çalıştı, başaramadı, yüzüne gözüne bulaştırdı, eskisinden beter bir kaosa yol açtı. Bu olguyu bahane edip eski düzen savunuculuğu yapmak ya da eski düzenin muhaliflerini hedef göstermek en hafif tabiriyle aymazlıktır. Bir sonraki zorbalık dalgasına kılıf hazırlıyorlar şimdiden.

Kaldı ki, “yetmez ama evet”çilerin siyasi ağırlığı neydi? Elli bin oyları var mıydı sizce 2010 referandumunda?

Cum - Türkiye’deki aklı başında olan herkesin ya kaçtığını ya da kaçmaya yol aradığını yazmıştınız, bunun sonu nereye varacak ?

SN - TC devleti Türk toplumunu yiyip bitiren bir kanserdir. Bugün gelinen noktada toplumu makul ölçüler içinde yönetebilme kabiliyetini kaybetmiş görünüyor. Yakın gelecekte toparlanabileceğini sanmıyorum. Ameliyat lazımdır. Mesele bir şahıs meselesi değil bence, çok daha derin ve büyük bir problemin o vesileyle yüze yansımasıdır. Devlet çürümüştür. Sanırım bundan yüz yıl önce olduğundan daha beter çürümüştür. Nasıl gene ayağa kaldırılabilir hiçbir fikrim yok. Kaldırılması iyi midir, ondan da emin değilim.

-İnsan hakları aktivisti avukat Eren Keskin kesinleşen hapis cezalarına karşı kaçmayacağını söyledi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Üç buçuk yıl yatsın sonra gene sorarız. (Yok, bu tabii şaka. Umarım Eren Hanım bir gün bile o çirkin çukura düşmez, insan hakları mücadelesine her zamanki gibi özgürce devam eder. )

Cum - Nasıl bir Türkiye'ye dönmek isterdiniz?

SN - Atatürkistlerle İslamistlerin müzelerde sevimli bir tuhaflık olarak teşhir edildiği bir Türkiye'ye

Oct 9, 2017

İF-7

7. SON IONIALILAR
Giriş
Bu bölümde Kolophonlu bir Rhapsodos (gezgin ozan) olarak ünlenen Ksenophanes’in “arkhe nedir?” sorusuna verdiği yanıt ve kendine özgü üslubuyla yarattığı eleştirel felsefe öğretisi üzerinde durulacak; Ionia felsefesinin son düşünürü olan ve Yunan felsefesinde anlaşılması güç üslubuyla “karanlık filozof” olarak ayrı bir yer edinen Herakleitos’un arkhe hakkındaki görüşlerine yer verilecektir. 
7.1. Sivri Dilli Bir Rhapsodos: Ksenophanes
Pythagoras’ın ölümüyle ve Miletos kentinin İÖ 494 yılındaki yıkımıyla birlikte Sokrates Öncesi Dönemin ilk yarısı kapanmıştır.1 Bundan sonraki neslin düşünürleri artık sadece bilimin nüvelerini taşıyan kişiler değil, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla felsefecidir.2 Miletos’un kuzeyinde yer alan, günümüz İzmir’inin yakınlarındaki Kolophon şehrinde doğan Ksenophanes de (Ksenophanes: Ξενοφάνης) bu felsefecilerin ilkidir (İÖ yak. 570-470); hatta felsefeci olmakla da kalmayıp aynı zamanda sosyal ve siyasal konularda acımasız eleştiriler yapan bir şair ve ilahiyatçıdır. Bazıları onun kimsenin öğrencisi olmadığını, bazıları da Atinalı Boton’un ya da Arkhelaos’un öğrencisi olduğunu söylemiştir. 3
Pythagoras gibi, Yunan kültürünün doğu ve batı ayakları arasında bir köprü olmuş olan Ksenophanes, yirmili yaşlarında doğduğu kentten sürgün edilmiş ve gezgin bir ozan olarak (rhapsodos) hem kendisinin hem de başkalarının şiirlerini okuyarak tam 67 yıl Yunanistan’ın çeşitli kentlerini dolanıp durmuştur.4 Sicilya’da yaşamıştır, Zankle ve Katane’de yaşamıştır ve en nihayet Elea’ya yerleşmiş ve orada bir felsefe okulu kurmuştur.
Miletos Okulu gibi o da kendi evren anlayışını ortaya koymuş ve temel elementin ne su, ne de hava olduğunu belirtmiştir. Ona göre temel element topraktır, “çünkü her şey topraktan hayat bulmuştur ve toprakta son bulacaktır.”
Ksenophanes’in fosillerle ilgili yaptığı gözlem de bilim tarihinde yerini almıştır:
“Denizden uzaklarda, dağlarda deniz kabuklularına rastlanmış ve Siraküza’nın taş ocaklarında balık ve fok balığının izlerine; Malta’da da her tür deniz yaratığının yassı şekillerine. Bunların hepsi uzun yıllar önce her şeyin balçıkla örtüldüğü bir zamanda olmuş ve bu izler bu balçıkta kuruyup öylece kalmış…”
Ksenophanes tanrılarla ilgili yaygın görüşe karşı çıkışıyla da ünlenmiştir. Tanrıların insan kılığında düşünülmesini ve insanın yaptığı hataların tanrılara da yüklenmesini şiddetle eleştirmiştir. Dolayısıyla Homeros ve Hesiodos’un destan geleneğinin insan kılıklı çok tanrıcı anlayışına ve bu geleneğin zaman zaman tanrıları ahlaksız olarak göstermesine veryansın etmiştir. Şöyle demiştir:
Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı,
ya da elleriyle resim yapıp eserler üretebilselerdi insanlar gibi,
atlar at şeklinde, öküzler de öküz şeklinde
çizerlerdi tanrıları, bedenlerini de aynen benzetirlerdi
kendilerinin sahip olduğu bedenlere.

Habeşler der ki, bizim tanrılarımız basık burunlu ve kara,
Trakyalılar da der ki, bizim tanrılarımız sarı tenli ve kızıl saçlı.
Daha da ileri gitmiş ve tek bir tanrı olduğunu iddia etmiştir.5 Böylece tek tanrı fikrini savunanların arasında baş sıraya yerleşmiştir. Ksenophanes’e göre tanrı evrenin tek yöneticisidir ve ezeli-ebedidir. Özü küre biçimindedir; safi göz, safi kulaktır; safi akıldır, düşüncedir ve sonsuzdur.6 Bütün varlıkların en güçlüsüdür, dolayısıyla ondan daha az güçlü ya da ondan daha çok güçlü hiçbir şey yoktur; herhangi bir şey tarafından yenilmez ve herhangi bir şey ondan daha üstün olamaz, çünkü en güçlüden daha güçlü bir şey olmaz. Tanrının olduğu yerde durup dünyayı düşüncesiyle kımıldattığı görüşü ise, sonradan Aristoteles’in bu konudaki düşüncelerini dayandıracağı önemli bir görüştür.
Kolophonlu Ksenophanes’in günümüze kalan birkaç fragmanından çıkarılan bilgilerden bile onun düşüncelerinin ve şahsiyetinin zamanında etkin bir düşünür olmasını sağladığı görülür. Şiddetli eleştirileriyle Homeros’un yarattığı dünya ve ideallerle kavga etmesi, yaşadığı toplumun hem yaygın din inancını hem de siyasal yapısını sarsması, karakteri hakkında bilgi veren önemli verilerdir. Ama Ksenophanes’in Homeros dinine getirdiği eleştiriler onun Homeros’un büyüklüğünü kabul etmediği anlamına gelmez, ya da onun inançsız olduğuna. Aksine “safi bilgi ve güçlülük” anlamındaki tek tanrı inancıyla daha sonraki büyük düşünürlerin din alanındaki görüşlerinin mozaiklerini döşediği çok açıktır. Ayrıca onun felsefesinde polis (kent devleti) sadece ölümlülerin, yani insanların yaşadığı bir yer olmalıdır düşüncesi, dolayısıyla insani bir dünya hayal edişi o dönem için hayli cesur bir düşüncedir. Çünkü bu şekilde tanrıyı insanların içinden çıkardığını ve apayrı bir yere yerleştirdiğini açıkça ifade etmiş olur.
İstediği nitelikte toplum için de, yani iyi ve mutlu bir yaşam için yepyeni bir insan ideali geliştirir; hem ahlaki hem de kişisel mükemmelliğe erişmiş bir insan modelidir bu. Bu modelin özünde felsefi ve ahlaki sorumluluğunu bilen, mücadele etmekten kaçınmayan, farklı olmaktan korkmayan, kuramsal olan ve her zaman adil ve doğru olanı bilme cesareti gösteren, yani bir insana yakışacak nitelikte davranan insanın bilgeliği yatar. Bu bilgelik insan olmanın anlamını ve sınırlarını bildiği gibi, insanın tanrı olmadığını ve insanın yalnız yaşayamayacağını da bilir. İnsan hakikati tam olarak kavrayamaz, ama önemli olan hakikate yaklaşmak için gerekli olan bilgiye ermektir. İnsanın hakikat için verdiği uğraş, bilmek için verdiği uğraştır. Bu uğraş evrenin tümüyle açıklanamayacağının da farkına varma uğraşıdır aynı zamanda. Belli başlı şeyler, anlamlar ve açıklamalar hep ucu açık şeyler olarak kalacaktır ki hep daha ileriye gidebilelim ve ilerleyebilelim. Bu bilgelik anlayışı aslında insan erdeminin (arete) hakiki özüdür ve site devletinin olması gereken yapısıdır, çünkü bu bilgelik insanların birlikte yaşamaya yöneltecek sorumluluğu onlara zerk edecektir; bu yüzden bu bilgelik site devletinin garantisi ve hakiki özüdür.
7.2. Karanlık Bir Filozof: Herakleitos
Ionia felsefesinin sonuncu ve en önemli düşünürlerinden olan Efesli (Ephesos) soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Herakleitos [İÖ yak. 535-475] Yunan felsefesinin anlaşılması güç, gizemli ve bu yüzden en karanlık filozoflarından biri olarak ünlenmiştir. Lirik şair Skythinos onu şöyle tanıtır:7
Bu kadar acele etme sakın,
Ephesoslu Herakleitos’un kitabını bitireceğim diye,
çıkacağın yol öyle dik ki,
kasvetli, zerre ışık yok!
Ama bir eren kılavuz oldu mu sana,
aydınlanır bir anda,
güneş ışığı bile hiç kalır yanında!
Herakleitos’un bu gizeminin asıl nedeni kendisinin olduğu ileri sürülen ve günümüze fragmanlar halinde ulaşabilmiş Doğa Üzerine (Peri physeos; İÖ yak. 500) adlı düzyazı şeklinde yazılan eserdeki gizemli, karanlık ve dolayısıyla anlaşılması güç üslup ve bilmece gibi ifadelerdir. Üstelik başka başka sözcüklerle sürekli tekrarlanıp duran bu ifadeleri aralayıp da Herakleitos’un felsefesini tam manasıyla açık seçik kavramak zorlu bir süreçtir. Ayrıca, onun yaşamı hakkında kesin bilgi edinebileceğimiz kaynaklarında çok tartışmalı olması bu düşünürün gizemine gizem katmaktadır. Çünkü Efes kentinin yerlisi ve babasının adının Bloson olması ve felsefi anlamda Ksenophanes ile Pythagoras’dan daha geç, Parmenides’den daha erken bir dönemde etkin olduğunun bilinmesi dışında Herakleitos ile ilgili bilgilerin tümü kesinlikten yoksundur. Bu konuda Diogenes Laertios’un İS 3. yüzyıl başlarında yazdığı Ünlü Filozofların Yaşamları ve Görüşleri adlı eserinde Stoacı biyografi yazarlarına dayanılarak aktarılan bazı bilgilere rastlasak da, büyük olasılıkla bu yazarlar da Herakleitos’un yaşam öyküsünü onun bazı fragmanlarına dayanarak oluşturmuşlardır. Evet, bir dereceye kadar bazı fragmanlarından Herakleitos’un şahsiyetiyle, dinsel, toplumsal ve siyasal düşünceleriyle ilgili birtakım görüşlere varılabilir, ama son günleri, hastalığı ve ölümüyle ilgili aktarılanlar kesinlikten tamamen yoksundur. Örneğin bazıları onun vücudunun ödem yapıp şiştiğini ve bu yüzden öldüğünü söylerken, bazıları iyileşmek için kendini gübre yığınına gömdürdüğünü ve o pislik içinde köpekler tarafından parçalanıp öldürüldüğünü söyler.8  Ama yine de bu fragmanlar bize Herakleitos’un insana, topluma, dünyaya, siyasi ve ekonomik yapıya acımasız eleştirilerle yaklaşımını ve sivri dilli üslubunu açıkça göstermekten de geri durmaz.
Herakleitos Lidya (Lydia) krallığının Persler tarafından yıkılmasının ardından (İÖ 549) Pers egemenliğinin Anadolu topraklarında yaklaşık yarım yüzyıl hüküm sürdüğü bir dönemin çocuğudur; İ.Ö 500 yılında Anadolu Yunanlarının Perslere karşı ayaklandığı, ama anakaradan yeterli desteği göremedikleri için, bu ayaklanmalarının bedelini büyük bir yenilgiye uğrayarak ödedikleri, özellikle İÖ 490 yılında Efes’te aldıkları en ağır darbenin ardından, Miletos da dâhil olmak üzere, Ionia’nın birçok müreffeh şehrinin yakılıp yıkılmasına da neden oldukları buhranlı savaş yıllarının zihnidir. Dolayısıyla yaşadığı tarihin karmaşası onun fikirlerinde de şiddetli fırtınaların esmesine neden olmuştur. Bu şiddet özellikle Perslerin ikinci kez, ama daha serbest bir siyasi anlayışla yürüttükleri hâkimiyetleri sonucunda gelişen ticaret ve sanayinin zenginleştirdiği sınıflara karşı eleştirilerinde doruk noktasına ulaşmıştır. O hep aristokrasiden yana olmuş, demokrasi karşıtı bir tavır sergilemiş ve Ephesosluların demokrasi karşıtı olan kişileri şehirlerinden sürmesiyle ruhunun öfkesi arttıkça artmış, en sonunda tepkisini hakarete varan bir üslupla dile getirmekten de çekinmemiştir. Şöyle ki: “Efeslilere en yakışan hareket, şehirdeki yetişkinlerin kendini asması ve bu şehri yetişkin olmayanlara bırakmasıdır.”9
Herakleitos’un gönlünde söz konusu kesime karşı nefreti böyle günden güne büyümüş, ardından daha geniş halk kitlelerine yayılarak yığını aklın sesine kulak vermeyen ya da kör ve cahil kimseler olarak nitelemesine yol açacak kadar derinleşmiştir. Duyularıyla algıladıklarının bir adım ötesine geçemeyen anlayışsız kalabalığı her fırsatta “Aklın ezeli ve ebedi hâkimiyetini insanlar anlamaz; Köpekler tanımadıkları kimselere havlar; Eşekler samanı altına tercih eder; Bir kişi, eğer en mükemmelse, benim için onbin kişidir,” diyerek sürekli yermiştir.10
Evet, Herakleitos’a göre, halk kalabalığı, yığın ya da çokluk dediği kitleler kavrayıştan yoksundur. Ne yaşama tarzları, ne düşünme biçimleri, ne algı düzeyleri, ne tanrı anlayışları, ne inanç şekilleri doğruluk içerir. Özellikle gizem dinleri (mysteria), bu dinlere tapanlar ve kendilerinden geçip akıllarını kaybederek gerçekleştirdikleri ayinler, kesilen kurbanlar, akan kanlar birer cehalet gösterisidir. Ona göre, resimlere tapmak duvarlarla konuşmakla eştir; kurban kesmek, kan akıtmak bir pisliği başka bir pislikle temizlemekle, kana bulanarak temizlenmekle eştir.11 Herakleitos özellikle şarap tanrısı Dionysos’un kültüne tapanlara, tanrıyı yad etmek için gece düzenlenen ve umarsız bir coşkuyla kutlanan ayinlere, kadın rahibelerin (Bakkhalar) aşka gelip attığı kulak tırmalayıcı çığlıklara; sihirbazlar dediği doğulu rahiplerin birbirinden tuhaf adetlerine şiddetle karşıdır. 12
Onun şiddetli üslubundan kendinden önceki edebiyatçıların ve düşünürlerin çoğu da nasibini almıştır. Fırsatını bulduğu anda, “Çoğunun öğretmeni Hesiodos’tur. İnsanlar onun çok şey bildiğini sanıyor, oysa o gece ve gündüzün bir olduğunu bile bilmeyen biri,” gibi ifadelerle pervasızca kullanmıştır bu üslubunu.13 Zaten sonunda dayanamamış, çekip gitmiştir Efes’ten ve Efeslilerden. Doğup büyüdüğü toplumunu terk edip uzaklara kaçmış, münzevi bir hayata çekilmiştir, ama, yazık ki, o dönemde devasız bir hastalığa yakalanıp yaşamını da yitirmiştir.
Herakleitos’un felsefi görüşlerinin elde edildiği fragmanlar genellikle doğayla, siyasetle ve teolojiyle ilgili fragmanlar olarak üç guruba ayrılarak incelenir. Yukarıda da bahsedildiği üzere, bu fragmanların gizemli ve herkesin anlamayacağı tarzdaki karanlık üslubu yazarına Karanlık (Skoteinos)sıfatının yakıştırılmasına neden olur. Herakleitos bu karanlık görünümünü ve anlaşılmazlığını kendisini Delphoi kehanet merkezinin tanrısına, yani adını anmasa da tanrı Apollon’a ve kullandığı dili bu tanrının anlaşılması güç kehanet diline benzeterek daha da belirgin kılar. Çünkü ona göre bu tanrı, tıpkı kendisinin de yaptığı gibi, düşüncesini ne açık açık söyler, ne de gizler; sadece işaretlerle gösterir.”14
Durum böyleyse, onun düşüncelerini sadece seçkin bir azınlık anlayacaktır, kalabalıklar onun düşüncelerindeki gizeme asla vakıf olamayacaktır. Çünkü ona göre, değerli şeyler ender bulunur, ancak uzun ve yorucu bir çalışma sonucu elde edilir. Bu gizem altın değerindedir ve altın arayıcısı altını bulmak için toprağı ta derinlerine kadar kazmak zorundadır; hatta kazdığında o altından çok az miktarda bulacağını da çok iyi bilir. 15
Herakleitos’un bu gizemli tavrı kendisinin herkesin göremediği bir şeyi gördüğünü, herkesin kavrayamayacağı bir sırra erdiğini ima eder niteliktedir. Bu anlamda aslında yerdiği düşünürlerin başında gelen Pythagoras’ın hem şahsına hem de onun felsefesini küçük, kısa özdeyişler halinde ve sırlarla dolu bir üslupla sunmasına çok benzemektedir.
Herakleitos’un keşfettiğine inandığı sır şudur: Görünüşte birbirine zıt gibi görünen şeyler, aslında bir ve aynıdır; bu birlik, daha derin düşünüldüğünde, aynı zamanda çokluktur. O halde bilmek veya bilge olmak birbirine zıt olanların temeldeki gizli birliğini görebilmektir; bu görüşe ermekse, çok şey bilmenin ya da malumat sahibi olmanın çok ötesindedir. Kendisinden önceki doğa düşünürleri de bu birliği ve bu birlikteki çokluğu arkhe dedikleri ana maddede aramışlardır. Thales suda aramıştır, Anaksimenes havada, Anaksimandros ise apeiron’da. Ama Herakleitos bu arayışı daha sırlı bir üslupla, daha karanlık deyişlerle dile getirerek bize sunmuş ve kendi arayışını daha derin bir arayış olarak göstermiştir. Bunun bir nedeni de aslında diğer doğa düşünürlerinden kalan fragmanların neredeyse yok denecek kadar az oluşu, ama ondan kalan fragmaların bunlarla karşılaştırıldığında görece daha fazla oluşudur ki, bu durum bizim onun düşüncelerini diğerlerine oranla daha ayrıntılı görebilmemize ve yorumlayabilmemize olanak tanımaktadır.
Herakleitos için şeylerin altında yatan birlik ateştir (πυρ: pyr). Ateş, her şeyin kendisinden çıktığı ve ona geri döneceği ana maddedir, arkhe’dir. Yaratırken yok eden, yok ederken var eden bir kuvvettir; akıl sahibidir. Maddede görülen değişik biçimler ateşin bu yaratıcı etkisinden kaynaklanır. Çünkü ateş, doğası gereği, herhangi bir şeye rahatça dönüşebilecek ve her şeyi de rahatça kendisine dönüştürebilecek yapıdadır. Herakleitos’a göre ateş bu dönüşümü kendisinden öncekilerin ileri sürdüğü ana maddelerden çok daha kolay başarır. Çünkü diğerlerinden daha iyi şekilde harekete geçirir kendini, daha iyi şekilde kendi kendine değişir ve öteki varlıklara dönüşür. Çünkü ateş çok hareketlidir, süreklidir, capcanlıdır ve çok kuvvetlidir. Yanan bir şeydeki aleve bakıldığında, ateşin bu nitelikleri kolaylıkla gözlemlenir; yani canlılığı ve sürekliliği. Yanan şeyler farklı farklı şekillere dönüşebilir, ama onları yakan ateş hep aynıdır. Alev alev olmaktan hiçbir zaman çıkmaz. Herakleitos bu aynılığı, “her malı altınla, altını da her tür malla takas edebilirsiniz; aynı şekilde, her şey ateşle, ateş de her şeyle takas edilebilir,”16 diyerek ifade eder. Ama bu takas sırasında, yani her şeyi oluşturduğu sırada, kendisini gizleyen (ancak bilgelere açık olan) tanrısal bir alevdir adeta. (Bu ateş aslında bizim bildiğimiz ateş olmakla birlikte Herakleitos’un zihnindeki yansısı, daha ince ve daha az maddi yapıdadır; öyle ki sonradan Herakleitos yorumcuları bunu enerjiyle bir tutmuşlardır.)
Gerçekten de Herakleitos öncesi doğa düşünürlerinin ileri sürdükleri ana madde, ateşe oranla daha çok varlık özelliği gösterir. Ama Herakleitos’un ana maddesi varlıktan daha öte, “bir hareket, bir süreçtir.” Çünkü ateş sürekli hareket eden bir şeydir ve aynı zamanda bu hareketin kendisidir. Bu özelliğiyle maddeden öte, bir süreç, bir oluş ve bozuluştur (ya da yok oluştur). Önceki doğa düşünürleri de bu süreci, yani bu oluş ve bozuluşu gözlemlemiştir, ama onların amacı bu sürecin temelindeki varlığı aramaktır. İşte Herakleitos’un farkı, bu sürecin altında hiçbir varlık aramamasıdır, çünkü ona göre varlığın kendisi zaten bir süreçtir, kendisi kendi kendine bir oluştur. Böylece Herakleitos ateşle “varlığı, oluşa indirgediğini” ima etmiştir.
Bunun yanı sıra, Herakleitos’un karşıtlıklarla ilgili görüşleri de, önceki düşünürlerden, özellikle Anaksimandros’un karşıtlıklarla ilgili görüşlerinden farklı bir içeriktedir. Çünkü Anaksimandros için karşıtlıklar kötülük (uyumsuzluk) olduğundan, ancak bire ya da birliğe (apeirona) döndüklerinde bu kötülüklerinden (uyumsuzluklarından) sonsuz iyilikle (sonsuz uyumla) hemhal olup kurtulur. Oysa Herakleitos için karşıtlıklar kötülük değil, iyiliğin ta kendisidir. Başka bir deyişle, karşıt olanların savaşı asla bir kötülük değildir. Çünkü ona göre var olmak, aralarında aykırılık bulunan ya da aynı cinsten olan şeylerin birleşmesidir; var olmak karşıtların hareketi demektir ve bu hareket ezeli ve ebedidir. Ona göre “karşıt olan şeyler bir araya gelir ve bu uzlaşmazlıktan müthiş bir uzlaşım doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.”17 Karşıt olanlar, “yani, olumlu-olumsuz, bilinen-bilinmeyen, erkek-dişi gibi karşıtlıklar”, birbirleriyle uzlaşmaz olan ve farklı yönlere giden öğelerdir. Bu uzlaşmaz ve birbirinden ayrı duran öğeler bir araya gelerek bir bağlam veya uyum (harmonia: ἁρμονία) oluşturur. Herakleitos’ta bağlamı ve uyumu oluşturanlar, birbiriyle uyumlu ve uzlaşan öğeler değil, tersine uyumsuz ve uzlaşmaz olan öğelerdir.18  Buradaki uyum, yani Yunanca harmonia kelimesi, “birbiriyle uyumlu parçaları bir araya getirme ve bağlama” anlamına geldiği gibi, “düşman güçlerin ya da karşıt güçlerin arasındaki uyuşma ve uzlaşma” anlamına da gelir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Herakleitos’a göre harmonia “uzlaşmaz olanların birliğidir.” Kısaca, Herakleitos için karşıtlıkların savaşı (polemos), varlığın ya da oluşun temel şartıdır. Bu savaş olmasaydı, hiçbir şey ortaya çıkmazdı. Çünkü “evren, karşıt olanların mücadelesinden doğan bir uyumdur”.
Herakleitos için her şeyin her şeye aykırılığından bir “harmonia” doğuyorsa, evrenin ve içindeki her şeyin meydana gelmesi ve yaşamlarına devam edebilmesi için, demek ki sürekli bir çarpışma, sürekli bir zıtlık gereklidir. İşte bu yüzden, ona göre, “savaş her şeyin babası ve her şeyin kralıdır. O bazılarını tanrı, bazılarını insan yapar; bazılarını köle kılar, bazılarını da özgür.”19
Karşıtlıkların mücadelesinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için değişik örnekler de verir. Örneğin, bir yay iki zıt unsurdan meydana gelir: bir ağaç kısmı, bir de kiriş kısmı vardır ve bunlar birbirinin zıttıdır. Çünkü kiriş ağacı hiç de doğal olmayan bir yolla gererken, ağaç da kirişi aynı şekilde, yani doğal olmayan bir yolla gergin tutar. O halde yayı yay yapan, bu zıt kısımların (ya da zıt kuvvetlerin) gerilimidir. Bir yayın yay olmaktan çıkması, bu gerginliğin yok olmasına bağlıdır. Demek ki bu gerginlik, yayın yay olması için gerekli bir şeydir. Dolayısıyla, zıtlıkların arasındaki gerginlik (savaş ya da mücadele) hakkın, adaletin veya zorunluluğun ta kendisidir. Çünkü bu gerginlik ya da savaş her şeyde ortak olandır, her şey savaşla doğar, her şey savaşla yok olur; başka deyişle, oluş ya da süreklilik savaşla mümkündür. Daha yalın bir ifadeyle, Bir olanın birliğini sağlayan, çokluğun birbirine zıt olan gerilimidir. Bu gerilim ortadan kalkarsa, birlik de ortadan kalkar. Çünkü çokluk olmadan birlik, birlik olmadan da çokluk olamaz; Evren, bir ve aynı zamanda çok olduğuna göre. Herakleitos bu düşüncesini şu şekilde ifade eder:
“Ölümlüler, ölümsüzdür; ölümsüzler de ölümlü. Biri diğerinin ölümü ile hayat bulur; diğerinin hayat bulmasıyla ölür; Bir dairenin çemberinde başlangıç ve son aynıdır; Yaşamakla ölmek bir ve aynı şeydir; uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar da keza birdir, çünkü ilki değişince ikincisi olur; ikincisi değişince birincisi olur; İnen ve çıkan yol bir ve aynıdır.”20
Karşıtlıkların daha da derinine inmek istersek, Herakleitos’un, yukarıda da belirttiğimiz gibi, varlığı oluşa indirgediğinde, her şeyin sürekli bir akış halinde olduğu düşüncesinin arkasında yatan manayı iyice anlamamız gerekir: Herakleitos “Aynı nehre girenlerin üstünden her an yeni sular akar; ya da aynı nehre adım atarız ve giremeyiz; biziz, biz değiliz,”21derken ve felsefede klasik bir deyiş haline gelerek “pantarei: her şey akar,” diye özetlenen görüşünü sunarken, her şeyin her an değiştiğini vurgular. Ama bu değişim içinde ateşin, yani birliğin hep aynı kaldığının da üstünde özellikle durur. Çünkü ona göre bu birlik bir yasadır ve bütün değişimler bu yasa sonucu olmaktadır. Bu yasa, değişende değişmeyendir; ya da kısaca bu yasa değişimin mantığıdır, ilkesidir. Ona göre ateş, bu yasaya göre yanar, bu yasaya göre söner. Dolayısıyla, bu yasa Herakleitos için bir ölçü, bir sınır ya da onun deyişiyle Logos’tur. Ateşin en saf kaynağı olan “Güneş bile sınırlarını aşamaz”, ona göre, “olur da aşarsa, adaletin hizmetkârları olan Öç tanrıçaları onu yakalar.” 22 Çünkü Logos, aynı zamanda bir zorunluluktur; bir mantıktır; işitilebilen bir sözdür. Herkese, her şeye kendini sunduğu halde, kendisine gönlünü kapatanların, yani yığınların idrak edemeyeceği gizli ya da tanrısal bir akıldır; Logos, yepyeni bir tanrısal dünya kanunudur. Bunu anlamak için tanrısal bir kavrayış yeteneğine, tanrısal bir duyuşa ihtiyaç vardır.23 Herakleitos Logos’u sezgi yoluyla (Latince, intuitio) evrenin derinlerine dalıp keşfetmiştir ve keşfedince görmüştür ki, Logos’un dili kutupluluktur, başka deyişle Logos’un özü karşıtlıklardan ibarettir. Bitip tükenmeyen bir hareketlilikle serpilip gelişir bu karşıtlıklar ve arkalarında hep hazır bulunan bir tanrı fikri söz konusudur. Bu fikir, karşıtlıkların bir olduğu noktadır. Görmek için bakan gözlere karşıtlıkların bu birliği her yerde ve her zaman görünür. Örneğin, bir bütünün iki yarısı olan gece ve gündüzde; sonsuzca akan bir nehre benzeyen ve hem varolmayı hem de yok olmayı içinde barındıran insanın hayatında; erkek ile dişide; savaştaki yenme ve yenilmede; uyanıklık ile uykuda; gençlik ile yaşlılıkta; yaşam ile ölümde. İşte tüm bu karşıtlıklar iki ayrı şey olarak görülseler de aslında bir ve aynı şeydir; ya da Bir’in ayrı ayrı yanlarıdır.
Peki gerçekten nedir bu Logos denilen birlik, ortaklık, yasa, zorunluluk, söz, ilke, hakikat ya da akıl? Evrenin dışında mıdır, içinde midir; yoksa tanrı mıdır? Bu soruların en yalın cevabı şudur: Logos, Herakleitos’un ateşinin kendisidir. Çünkü ateş hem evren, hem tanrı, hem de Logos’tur. İlle de bir ayrım yapılacaksa, tanrı evrenin ilkesi olan bu ateşin en saf halidir denilebilir; Logos da bir yasa ya da kuvvet olarak tanrının evrende iş gören yanıdır. Kısaca Logos evrene içkindir. Ateşin bizzat özünde olandır; ateşin kendisi olan yasadır. Buna siz ister tanrı deyin, ister tanrısal yasa. Çünkü şeylerin altında yatan sadece tek bir akıl (sophon) vardır.24 Demek ki, Herakleitos’a göre tanrı, düşünen ve düşünceden ibaret olan ateşten bir düşünmedir. Ne maddedir, ne vardır, ne yoktur; her şey ve hiçbir şeydir; sürekli bir oluş çelişmesiyle yok olan bu Ateş, söndükçe yanacak, yandıkça sönecektir. Yani evren bir alev tufanı içinde yok olacak, ama yok olan evrenden, yeni ve yine ateşli bir evren doğacaktır. 25Bunun anlamı şudur: Evren ya da âlem tanrıdan önce vardı, şimdi de vardır, gelecekte de var olacaktır. O halde, âlemi hiçbir tanrı ya da hiçbir insan yaratmamıştır. Tanrı, gündüz ve gecedir; kış ve yazdır; savaş ve barıştır; bereket ve kıtlıktır. Tanrı, insana küçük çocuk adını vermiştir, çünkü ona göre her şey insan gibi çocuktur.
Bu düşünceler Herakleitos’un toplumundaki yaygın din anlayışına da karşı olduğunu gösterir. Çünkü ona göre gerçek din, düşüncelerimizle evrensel ateşin tanrısal düşüncesine dalmaktan ibarettir. Hayallere tapmak, ölülerle konuşabileceğini farz etmek, yukarıda da söz edildiği gibi, kanlı kurbanlarla dinsel kutlamalar yapmak insanı arındırmaya yetmez. Dolayısıyla Herakleitos’ta öte dünya ya da ahret fikri de yoktur, çünkü onun tanrısı öç alan, ödül veren bir tanrı değildir. Ayrıca, ona göre tümel bir ölüm de yoktur, ancak bireylerin ölümü söz konusudur.
Herakleitos’a göre, karşıtlıkları birbiriyle uzlaştıran şey zamandır (aion). Zaman ona göre “dama oynayan bir çocuktur (pais); yani, saltanat çocuğun elindedir”. 26 Bu saltanat, sadece karşıtlıkların oyununa, onları birbirine bağlayan uyuma has bir saltanattır. Tamamen tanrıya ait bir saltanattır. Çünkü tanrı, ya da Herakleitos’un düşüncesindeki tanrı, görünen uyumdan daha üstün, yüce ve görünmez bir uyumdur; ve bu gizli uyum, görünen uyumdan çok daha iyidir. 27
Kısaca, Herakleitos Ateş ya da Logos kuramıyla aslında uyanıkken uyuyan insanlığı dürtüp tam anlamıyla uyandırmak ve yüksek bir idrak gücüne erdirmek ister. Çünkü Logos aslında şu koskoca dünya gibi hepimizin gözleri önündedir. Ama bizlerin en büyük yanılgısı gözlerimizin önündeki doğruyu göremememizdir. “Duysalar bile öyle bir cehalet içindeler ki,” der halk için, “sağır gibi davranıyorlar. Burada oldukları halde, yoklar deyişi ne de güzel ifade ediyor onların bu durumunu.”28Burada Herakleitos’un duyularımızın bizi tamamen yanılttığını düşündüğünü söyleyemeyiz. Çünkü ona göre insanın dışındaki şeyleri anlaması için sahip olduklarının başında duyuları gelir. Ama önemli olan insanın duyularıyla algıladığını muhakeme edebilme yeteneğidir. Logos’u yani şeylerin hakikatini gördüğümüz halde, görmememizin sebebi budur. Onun her şeyde ortak olduğu halde, bizim onu alışılmadık ve beklenmedik bir şeymiş gibi düşünmemizin sebebi de budur. “Tek bir ortak akıl (ya da ilke: Logos) vardır, ama çoğunluk kendilerine ait bir akıl (phronesis) varmış yaşar.”29 “Evren uyanık olanlar için tek ve ortaktır, ama uykudayken her insan yana, yani kendine özel evrenine dönüp kıvrılır.”30
Uygulamalar
Ksenophanes’in felsefe öğretisinin asıl amacını irdeleyin.
Ksenophanes’in tanrı anlayışıyla toplumların geleneksel tanrı anlayışını karşılaştırın.
Ksenophanes’in Yunan felsefesindeki yeri ve önemi üzerine kısa bir makale kaleme alın.
Herakleitos’un gizemli öğretisinin asıl amacının sorgulayın.
Herakleitos’un Logos anlayışı üzerine kısa bir makale kaleme alın.
Her iki düşünürü kendilerinden önceki Yunan düşünürleriyle kıyaslayın.
Uygulama Soruları
Ksenophanes’in dini ve siyasi görüşlerini değerlendirin?
Ksenophanes’in bilgeliği nasıl bir bilgeliktir?
Ksenophanes ile Miletos okulunu karşılaştırın.
Ksenophanes ile Pythagoras’ı karşılaştırın.
Herakleitos’un “Karanlık” sıfatı nereden ileri gelir?
Herakleitos’un ateşinin özellikleri nelerdir?
Herakleitos karşıtlıkların birliğini nasıl tanımlar?
Herakleitos için çok şey bilmek ne anlam ifade eder?
Herakleitos’da uyanık olanlar ile uyuyanlar arasında ne fark vardır?
Herakleitos’un felsefi düşüncelerinin altında yatan amaç nedir?
Bölüm Özeti
Ksenophanes’in amacı, ahlaki açıdan mükemmel bir insan yaratmaktır. İyi ve mutlu yaşam, ancak böyle bir insanla mümkün olur. İnsan, insani aklıyla hiçbir zaman hakikate tam olarak vakıf olamaz, ama insan olabileceği en üst konumda olursa, hakikate yaklaşabileceği bilgiyi de elde etmiş olur. Aslında insanın hakikate tam olarak vakıf olamaması, onun hep ileriye bakmasına, hep kendini geliştirmesine neden olacağı için, bir anlamda da onun yararınadır.
Ksenophanes’teki gelişim fikri, farklı nüanslar içermekle birlikte Herakleitos’ta da mevcuttur. Çünkü o da gizemli öğretisiyle insanı uyandırmak, sezgi gücünü geliştirmek, hep ileriye dönük yaşamasını sağlamak ister. 
Kaynakça

İF-6

6. UZUN SAÇLI SAMOSLU: PYTHAGORAS
Giriş
Miletos Okulu’nun sorduğu “arkhe nedir” sorusu, su, apeiron ve hava olarak ilk yanıtlarını bulmuştu. Bu sorunun yanıtı, felsefe tarihinin en ilginç düşünürlerinden biri olan ve philosophia (felsefe) kelimesini ilk kez kullanan Samoslu Pythagoras’la birlikte daha soyut bir alana, sayıya kaydı. Çünkü Pythagoras’a göre evrendeki her şeyin özü sayıdan, özellikle Bir’den (Monad) ibaretti. Buradan hareketle, bu bölümde Pythagoras ve Pythagorasçıların genel karakteri, inançları, eğitim tarzları ve ruh göçü öğretileri üzerine bilgi verilecek ve sayı kavramından ne anladıkları irdelenecektir.
6.1. Yunan-Doğu Sentezi
Miletos Okulu’nun araştırdığı maddi tözün insan doğasındaki ahlaki yansısını, dolayısıyla devletteki yansısını bulma aşamasında ortaya çıkan1  ve Philosophia (Felsefe) kelimesini ilk kez Yunan dünyasına ve dolayısıyla tüm Batı dünyasına tanıtmasıyla felsefe tarihinde önemli bir yer edinen Pythagoras (Πυθαγόρας), yaklaşık İÖ 570 yılında Ionia’da, Ege Denizinin bir adası olan Samos’da doğmuştur. Orta yaşlarında İtalya’nın güneyinde yer alan Kroton şehrine göçmüş ve burada kendi adıyla anılan yarı dinsel, yarı felsefi bir okulun kurucusu olmuştur. Kroton’un siyasi yaşamında da önemli roller üstlenmiş, ama bir isyan hareketi sonucunda bu şehirden sürülüp Metapontum yakınlarında bir yere yerleşmek zorunda kalmış ve hayatının son anına kadar da burada yaşamıştır. 

Resim 21: Pythagoras
Kendisinin bizzat kaleme aldığı hiçbir eser günümüze kalmadığından, hakkında söylenenlerin çoğu ya çok abartılı övgülerle ya da alaycı yergilerle doludur. Kimliği ve düşünceleriyle ilgili antik metinlerin yazılı belgelere değil, sözlü aktarımlara dayanması ve her şeyden önemlisi Pythagoras’ın düşüncelerini sembolik bir dilde ifade etmesi, onun hakkında kesin ve sağlam bilgiler edinilmesini zorlaştırmıştır. Bu yüzden, özellikle de öğretileri söz konusu olduğunda bunların hangisinin birebir kendisinin, hangisinin öğrencilerinin ya da taraftarlarının olduğu hep tartışma konusu olmuştur.
Pythagoras ile ilgili bilgiler toplam altı ana kaynaktan elde edilmiştir ve bu kaynakların ilk üçü, Tarentumlu Aristoksenos, Messanalı Dikaearkhos ve Tauromeniumlu Timaios’a ait olup İÖ 4. ve 3. yüzyıla tarihlenen metinlerdir, diğer üçüyse, Diogenes Laertios, Porphyrios ve Iamblikhos’un İS 2. ve 3. yüzyıla tarihlenen metinleridir.2 
Büyük adamların yaşamöyküleri de büyük olacağından, zamanında hem doğal görünümü hem bilgeliği hem de belagatli konuşmalarıyla insanları kendisine hayran bırakan Pythagoras bütün bu kaynaklarda adeta bir tanrı yerine konur ve yaşamöyküsü efsanelerle dokunur. Bu yüzden Pythagoras’ı ardılları olan ve Pythagorasçılar olarak adlandırılan diğer düşünürlerden ayırıp şahsen tanımak zor iştir.
Yine de klasik metinlerin ortak buluşma noktalarından hareket edilirse ve Pythagoras hakkındaki mitolojik söylemler şöyle bir silkelenirse, ortaya çıkan manzaranın hemen yüzeyinde felsefeyle hemhal olan kişilerin ezbere bildikleri o klişeleşmiş bilgilere ulaşılır:
“Felsefe (philosophia)” kelimesini ilk Pythagoras “bilgelik sevgisi (philia tes sophias)”kullanmıştır ve kendisine “bilge” demek yerine ilk kez “bilgelik dostu” (philosophos)” demiştir.
Felsefe tarihinde Thales ile başlayan Miletos Okulu geleneğini Yunan-Doğu düşüncelerinin adeta karması olan Kroton Okulu geleneğiyle geliştirmiş ve her şeyin kökenini maddi olmayan bir ilkeye, sayılara indirgeyerek Thales’ten ve diğer maddeci, monist düşünürlerden ayrılıp Orpheusçu öğretilere kaydırmıştır.
Pythagoras geometri ve aritmetik üzerine bir dehadır. Bir dik üçgende hipotenüsün karesinin dik kenar karelerinin toplamına eşit olduğunu ilk o keşfetmiştir.
Ruhun ölümsüzlüğü ve ruh göçüyle ilgili öğretiyi (metempsykhosis) Yunan felsefesine ilk o tanıtmıştır.
Sabah Yıldızıyla Akşam Yıldızının birbiriyle aynı olduğunu ilk kez o açıklamıştır.3 
Pythagoras ile ilgili bu söylemler biraz daha silkelenip manzaranın biraz daha derinine inildiğinde, bu kez Pythagoras’ın Yunan-Doğu etkileşimli eğitimiyle ve kendisini hem felsefe, hem bilim, hem de din alanında eşit şekilde yetiştirişiyle aslında dönemin Yunanının kulağına yabancı bir ses olduğu ve bu özgün sesiyle Güney İtalya kentlerinin sosyal ve siyasal tarihinde önemli bir rol oynadığı da ortaya çıkacaktır. Manzaranın dibine ulaşıldığında ise, ne öğrettiğinden çok, nasıl öğrettiği, Yunanın “Barbaros (Yabancı)” dediği ve bir o kadar da merak ettiği o yabancı diyarlardan edindiği bilimsel ve dinsel bilgileri ne şekilde aktarıp da öğrencisiyle arasında kopmaz bir gönül bağı, başka deyişle kendisine “ipse (bizzat kendisi)” ve söylediği her şeye “ipse dixit (bizzat o dedi)” dedirtecek kadar yoğun bir birliktelik kurduğu aydınlanır.
Pythagoras’ın her şeyin temelini sayıya, hatta bire indirgediği felsefesinin doğasında da zaten bu birlik açıkça kendini gösterir. Çünkü ona göre, şeyler arasındaki bağlantılar, sayılar arasındaki bağlantılara eşittir. Bunun da nedeni sayıların arasındaki bağlantıların her şey için geçerli, temel bağlantılar olmasıdır; dolayısıyla bir şeyi anlamak demek, diğerini de anlamak demektir. Bu yüzden iki, aslında bir ve aynıdır.4 
Pythagoras Okulu’nun ana dayanağı olan bu düşünce, evrenin düzenini anlamayı kolaylaştırdığı gibi evrenin parçalarını, dolayısıyla insanın doğasını, onun kurduğu kentleri, toplumları ve yasaları da anlamayı kolaylaştırır. Mutlak Bir (monad), sayısal düzene sarsılmazlık, tutarlılık ve değişmezlik katan en mükemmel öncülse, evrendeki her şey için en mükemmel öncüldür. Bu “Birden” sadece sayılar değil, aynı zamanda sayılar arasındaki bağlantılarla açıklanan şeylerin doğası çıkıyorsa,5 o zaman “Bir’e” vakıf olmak her şeyin doğasına vakıf olmaktır. Çünkü Mutlak Bir’in kendiliğinden esnek, her yöne eğilip bükülen yapısı, onu pınar başını tutan bir kavram yapmakla kalmaz, düşünülebilir olan herhangi bir bileşimin yapı taşı haline getirir ve bu anlamda her şeyi birbirine benzer kılar. Şeyler parçalarına ayrılsa bile, o parçaların her biri bir birim olduğundan, bölünmez olan doğalarını korurlar ve yeniden bir araya getirildiklerinde doğaları da yeniden bir bütün olur. Demek ki “Bir” merkezde olandır, her şey ona eklenebilir, her şey ondan çıkarılabilir ya da her şey yine ona geri dönebilir.6
Samoslular arasında küçük yaşlarından itibaren etkileyici görünümünden dolayı “uzun saçlı Samoslu,” olarak ünlenen7  Pythagoras’ın sayılar etrafında biçimlediği ve kendisinden sonra gelenlerin geliştirdiği bu öğreti, hiç şüphesiz Mısırlılardan öğrendiği geometriye, Keldanilerden öğrendiği astronomiye ve Fenikelilerden öğrendiği aritmetiğe dayanıyordu. Bu bilgileri almak ve ufkun ötesini görebilmek için on sekiz yaşlarındayken adasını terk edip elli altı yaşında geri dönünceye kadar önce Thales’in yanına, Miletos’a, oradan Mısır’a, oradan da Babil’e gitmiş, bilgeliğin tanrılara özgü olduğuna inandığı için kendisinin bilge değil de, bilgeliğin kapısında bir dilenci olduğunu düşünüp “philosophos (bilgi dostu)” adını şahsına daha yakıştırarak evrensel bir iç yolculuğa çıkmış ve keşfedilmeye değer ne varsa keşfetmeye çalışmıştı.
Pythagoras’ın sayılar öğretisinin yanı sıra en önemli öğretisinden biri de ruh göçüyle ilgili öğretisiydi (metempsykhosis: μετεμψύχωσις) ve aşağıda açıklanacağı gibi yaşamı sıkı bir perhizle geçirmek gerektiğine olan inancı da bu öğretiyle sıkı sıkıya bağlıydı. Pythagoras’ın ruh göçü öğretisi, ruhun bedenle birlikte ölmediğine sayısız bedenlere göç edip yeniden hayat bulduğuna inanmasından kaynaklanıyordu. Ona göre bu göçler sırasında ruh bazen insanların, bazen hayvanların, bazen bitkilerin bedenlerine giriyor ve yeniden diriliyordu; kendisi de bu göçü mükerrer defalar yaşamıştı.8 Hatta taraftarları onun öldükten sonra bir tanrı olduğuna bile inanmıştı.
Pythagoras Thales’in yanındayken yaşamının belki de en önemli dersini öğrenmişti: Zamanı iyi kullanmak. Bu yüzden, öğreneceğini öğrenmeden önce özellikle Thales’in tavsiyesine uyarak Memphis ile Juppiter tapınaklarının rahiplerince eğitilmek üzere Mısır’a yelken açmıştı. Zamanı iyi kullanmanın en iyi yolu, insanın uykuda geçirdiği kayıp saatleri geri kazanmaya çalışmasıydı. Uykunun aza indirilmesi ise bedenin özel yiyecekler ve içeceklerle beslenmesiydi ve bu nedenle özel bir diyet şeklini öğrenmesi ve her şeyden önce şaraptan ve hayvani gıdadan uzak durması gerekirdi. Çünkü hazmı kolay olan yiyeceklerle beslendiğinde, bedeni dirilecek, ruhu arınacak ve çalışmalarına daha dikkatli bir şekilde kendini verebilecekti.
Pythagoras diyet konusuna o kadar önem vermiş olacak ki, Mısır yolundayken önce Fenikelilerin en önemli şehirlerinden Sidon’a uğradı ve orada fizyolojist Moskhos’un soyundan gelen din adamlarıyla ve kutsal gizemleri yorumlamada usta keşişlerle sohbet etme imkânı buldu. Bir yandan onların yaşayış tarzlarını gözlemledi, bir yandan da tefekküre olan müthiş merakını Sidon’da ve civarındaki diğer büyük kentlerde kutsal sayılan değerlerin, tapınılan tanrıların gizemlerinin hepsini öğrenerek gidermeye çalıştı ve anladı ki Mısır aslında bütün Fenike gizem dinlerinin kaynağı. İşte o kaynağa bir an önce inme hevesiyle Sidon’dan Mısır’a gitmek için can attı, en sonunda Solon’a “Mısırlılarla karşılaştırılınca, onların yanında Yunanlılar hep çocuk,” diye ders veren Mısırlı rahibin ülkesine ayak bastı.9 
Derler ki, yolculuğu boyunca hiçbir şey yiyip içmedi, sadece gemiye binerken sorduğu “Yolculuk Mısır’a mı?” sorusundan başka bir laf etmeyip sessizliğini korudu ve hiç uyumayıp zaman zaman şöyle hafifçe kendinden geçti.10 Mısır’dayken her tapınağa girip çıktı, Mısır diniyle ilgili gerek rahiplerden gerekse peygamberlerden ayrıntılı bilgiler edindi ve tam yirmi iki yıl bu tapınaklarda yaşadı, zorlu yaşam koşullarına katlanıp tüm içtenliğiyle tanrıların gizemlerine ermeyi başardı.
Bu arada, astronomi ve geometri üzerine de derin araştırmalarda bulunmaktan hiç vazgeçmedi, ta ki Pers askerleri tarafından esir alınıp Babil şehrine götürülünceye kadar. Ama bu esaretini bile fırsata dönüştürmesini bildi ve astroloji, simya gibi bâtıni bilgilerin üstatlarından, yani Zoroaster’in takipçileri Magoslardan (Magi) eğitim aldı ve yine onların sayesinde aritmetik, müzik ve bilimin diğer dallarıyla ilgili Yunanın henüz bilmediği türde bilgiler edindi. Sonra da yurdu Samos’a geri döndü.
Adanın yaşlı sakinleri bir zamanlar tanrısal esinle donatıldığına inandıkları ve bu yüzden tanrısal insan dedikleri (theios aner) Pythagoras’ı gördükleri anda tanıdılar ve yılların deneyimini belagatli üslubuna yansıtan konuşmalarını eskisinden daha büyük bir saygıyla dinlediler, hatta ada halkına resmi olarak ders vermesini ve bildiklerini onlarla paylaşmasını istediler. Matematikle ilgili bütün bilim dallarını Yunanlılara tanıtmak ve onları bu konulara aşina kılmak telaşında olan Pythagoras bu isteği seve seve kabullendi. Ama bilgilerini Mısır’da aldığı eğitime uygun olarak sembolik bir dille aktarmaya başlayınca, Yunanlıların bu tür bir öğretim biçimine oldukça yabancı kaldıklarını ve dikkatlerinin iyice dağıldığını anladı. Yine de yılmadı, çünkü ne de olsa Samos kendi memleketiydi ve o da yabancı diyarlardan öğrendiği matematiğin tadını Yunana tattırmaya kararlıydı. Başka tür bir eğitim tekniği denedi: Gymnasiondayken, top oyununda usta bir genç dikkatini çekmişti. Beden eğitimine çok düşkündü bu genç, ama beş parasızdı ve zor şartlar altında çalışmak durumundaydı. Genci kendisiyle birlikte çalışmaya ikna etti ve önce onun temel ihtiyaçlarını gidererek ruhunu para derdinden kurtarıp beden eğitimi için de ona gerekli desteği sağladı, sonra abacus üstünde göstere göstere, yavaştan aritmetiği ve geometriyi temelinden öğretmeye başladı. Hatta ilk başta gencin öğrendiği her bir sayı ya da şekil için ona üç gümüş sikke vermeyi bile göze aldı. Tabii genç öncelikle para kazanmak umuduyla başladı matematiğe, ama gün geçtikçe derslerine öyle içtenlikle sarılmaya başladı ki, en sonunda bu bilime kendini fena kaptırdı. Pythagoras gençteki ateşli tutkuyu görünce, yalandan kaynaklarının tükendiğini ve artık ona para veremeyeceğini söyledi. Ama o genç para kazanmasa da derslere devam etmek istediği belirtti ve bu konuda ısrar etti. Bunun üzerine Pythagoras, “Ama benim kendimi doyuracak kadar bile param yok,” dedi. Gencin yanıtı ise şöyle oldu: “İlerde senin masraflarını ben karşılarım ve leyleklerin yaptığı gibi yapıp bu iyiliğinin karşılığını sana öderim. Sıra bana geldiğinde, öğrettiğin her sayı için bu kez ben sana üç gümüş sikke veririm.”11 Bu yanıt, Pythagoras için yeterliydi. Derler ki o genç atlet Pythagoras’ın Samos’taki en iyi öğrencisi oldu ve üstat ona Atletizm adındaki üç kitaplık bir eserini adadı, bu eserin satırlarında da ona sporda başarılı olması için kuru incir yerine etle beslenmesini tavsiye etti. Porphyrios bu gencin adının Eurymenes olduğunu ve Pythagoras’ın tavsiyelerine uyarak diğer atletler gibi peynir ve kuru incirle besleneceğine, farklı bir diyet uygulayıp her gün belli miktarda et yiyerek Olimpiyat oyunlarında bütün yarışmacıları geçecek kadar mükemmelleştiğini yazar. 12
Pythagoras’ın Samoslu genci eğitme tarzı, onun hem zihinsel hem de ahlaki bilgilendirmeye önem verdiğini gösteren bir ayrıntıdır, ama önemlidir, çünkü Kroton’da kurduğu Okul’daki eğitim tarzı sırlara gömülü olduğundan, klasik metinlerde bu şekilde karşılıklı, birebir öğretimini gösteren başka bir ayrıntıya rastlanmamaktadır.
Pythagoras Samos’ta kaldığı süre boyunca, Yunanistan’ın değişik yörelerine, Delos’a Girit’e ve Sparta’ya gidip gelmiş, Delos’ta Apollo’na ibadet etmiş, diğerlerinde ise hukuk ve yasalarla ilgili bilgiler edinmeye çalışmıştır. Bu geziler sonrasında, Samos’ta “Pythagoras’ın Yarımdairesi” adıyla anılan bir Okul kurmuş ve burayı toplumun ortak çıkarlarını ilgilendiren meselelerin görüşülüp tartışılacağı bir mekân haline getirmiştir. Kendisi ise zamanının çoğunu kalabalıktan uzakta, yapay bir mağarada geçirmeyi yeğlemiş, gecesini gündüzünü felsefe ve bilime adamış, ruhunu tefekküre dalarak yüceltmeye çalışmıştır. Bu arada ünü öyle yayılmıştır ki, Yunanın en mükemmel zihinleri onunla sırf tanışabilmek için yurtlarından kalkıp Samos’un yolunu tutmuştur. Ama Samoslular bunu fırsata dönüştürüp gelenleri kamu işlerinde çalıştırmaya kalkınca, Pythagoras felsefesini geliştirmek amacıyla toplumdan ayrı bir yerde yaşamanın, adanın temel ihtiyaçlarını karşılayamayacağını anlamış, biraz da adalıların eğitime pek meraklı olmadığını fark edince, yurdunu terk edip Güney İtalya’ya gitmeye ve orada yerleşmeye karar vermiştir.13
Pythagoras Güney İtalya’ya (Magna Graecia) vardığında, kendi yurdu diyebileceği yerin aslında böyle birçok bilim adamıyla kaynayan topraklar olması gerektiğini anlar. Bu düşünceyle yörenin en önemli şehirlerden biri olan Kroton’a gidip oraya yerleşir (yak. İÖ 530). Yerleşir yerleşmez de saygın görünüşü ve sakin konuşma üslubuyla şehrin yönetiminden sorumlu yaşlılar meclisini etkisi altına alır. Onların ricasıyla önce gençlere, sonra da okul çağındaki çocuklara ve belki de en önemlisi kadınlara yönelik konuşmalar yapar. İlginç fikirlerle dolu ve birbirinden belagatli bu konuşmalarıyla kısa zamanda sadece şehir halkının kalbini kazanmakla kalmaz, civar şehir halklarının, hatta Yunanlı olmayan toprakların krallarının da akın akın Kroton’a gelmesini sağlar.
Pythagoras’ın Kent’in Homakoeion’unda (Dinleme Salonu) verdiği ilk söylev, kadınlı erkekli iki binden fazla insanı bir anda taraftarı haline getirir. Halk onu Apollo’nun soyundan gelen, insan bedenine girmiş bir tanrı olarak görür ve onun kendilerine nasıl adil ve ahlaki yaşayacaklarını öğretmek üzere gönderildiğine,14evrende kendilerine gizemli gelen bütün olayları, gezegenleri, yıldızları ve yörüngelerini doğru şekilde ondan öğreneceklerine inanır. Hatta dahası en iyi yönetim şeklini, halkın bir arada uyum içinde yaşaması için gerekenleri, kanunları, tanrı tapımını, ölülere saygıyı, nefse hâkimiyeti, dostlar arasında malk-mülk ayrımının olmadığını, terbiyeyi, hangi hayvanların etini yiyip hangilerininkini yemeyeceklerini, kısaca bilgelik dostu insanın kafasını kurcalayan her şeyi Pythagoras’ın kendilerine açıklayacağına inanırlar ve öyle de olur. Çünkü Pythagoras’ın bütün anlattıklarının özü, bilimler aracılığıyla doğayı araştırmaya başlayan meraklı bir zihnin vaktiyle kör olan gözlerinin açılacağı ve aşina olduğu ya da olmadığı doğa olaylarını farklı bir bakış açısıyla değerlendirmeyi öğrenip evrenin ilkelerinin ve ilk nedenlerinin farkına varacağıdır.15
İtalya’ya geldiği anda ve Sicilya’ya yaptığı geziler sırasında buralardaki şehirlerin birbirlerini köle konumuna düşürüp büyüğün küçük üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştığını anlamıştı. Bu yüzden kent sakinlerine hitaben yaptığı konuşmalarında onlara özgürlük sevgisini aşılamaya çalıştı ve taraftarlarıyla birlikte Kroton başta olmak üzere, Sybaris, Catanes, Rhegium, Himaera, Agrigentum, Taoromenas gibi kentleri baskıcı yönetimlerden kurtarıp özgürlüklerine kavuşturdu, hatta yasalar çıkartıp bu özgürlüklerini güvence altına aldı, ardından parti kavgalarını sonlandırdı ve her birini komşu krallıkların imreneceği örnek şehirler haline getirdi. “Mümkün olan her yola başvurup gerekirse kılıçla, gerekirse ateşle her tür musibeti kesip atmalı, bedeni hastalıktan, ruhu cahillikten, kenti fesatlıktan, yuvayı kavgadan kurtarmalı,” diyen Pythagoras’ın bu sözleri onun insan, kent ve yurt üzerine beslediği bütün düşüncelerini özetler nitelikteydi.
6.2. Pythagoras’ın Öğrencisi Olmak
Pythagoras’a göre siyasi ve felsefi düşünceleri hayata geçirmek için, her şeyden önce uygun bir eğitim ve öğretim tarzı oluşturmak gerekirdi. Bu yüzden Kroton’daki ilk işi kendi adıyla bir Okul kurmak ve kendine özgü bir eğitim tarzı belirlemek oldu. Çünkü zihninde şekillendirdiği siyasi ve dini kalkınma hareketini ancak kendi öğretileriyle yetişmiş seçkin bir öğrenci topluluğuyla başarabileceğine inanıyordu. Ona göre bir insanı eğitmenin en iyi yolu öncelikle onu iyi yönetilen bir kentin yurttaşı haline getirmekti. Bu yüzden kendisinden ders alacak öğrencilerin seçiminde titiz davranıp hem kendisiyle hem de toplumuyla barışık, görgülü, anlama kabiliyeti yüksek ve hafızası çok kuvvetli insanları tercih etti. Seçtiği insanları kendine özgü sınavlardan geçirip içlerinden başarılı olanları bilimsel bilginin hemen hemen her dalında yetkin kılmaya çalıştı.
Pythagoras öğretilecek bilgilerin hiçbirinin boşa gitmemesi, öğrenen tarafından mutlaka anlaşılması ve hayata geçirilmesi gerektiğine inandığından, herkese her bilgiyi vermenin adil bir davranış olmayacağını düşündü. Çünkü anlaşılması öyle kolay olmayan, aksine yüksek idrak yeteneği gerektiren bilgilerin düşük kapasitedeki zihinlere akıtmanın ne kişinin kendisine bir hayrı dokunabilirdi, ne de onun içinde yaşadığı toplumun genel hissiyatına. Bu nedenle ilkin öğrencilerin algı düzeylerine göre sınıflandırılması ve herkese hak ettiği kadar bilginin verilmesi eşitlikçi bir toplum için birincil koşuldu.16 
Pythagoras’ın öğrencisi olmak demek, hem zihinsel hem de ruhsal anlamda katı kuralları olan bir yaşamı da göze almak demekti. Bu yüzden Pythagoras kendi kurallarına ve yaşam şartlarına uyum gösterecek insanlara öğrencisi olma hakkı tanırdı. Bu hakkı tanırken göz önünde bulundurduğu birtakım ölçütler söz konusuydu, her şeyden önce öğrenci adaylarının ana babası ve akrabalarıyla olan ilişkilerindeki tutumunu gözlemlerdi, oturup kalkmasına, konuşacağı ya da susacağı yeri bilip bilmediğine, yerli yersiz gülüp gülmediğine bakardı. Sonra, insanlarla ilişkilerinde beklentilerine, onlarla konuşma tarzına, gün içinde boş zamanlarını nasıl değerlendirdiğine, nelere sevinip nelere üzüldüğüne dikkat ederdi. Yürüyüşünden tutun da, yüzündeki en ufak mimiklerine kadar öğrencisini analiz eder, bu tür ifadelerin kişinin ruhundaki düşünceleri açığa çıkardığına inanırdı. Gözüne kestirdiği öğrencisini tam üç yıl kendi başına bırakıyormuş gibi görünür, ama gizliden gizliye onun bütün yapıp ettiklerini, dayanıklılığını, tutarlılığını gözetlerdi. Bu aşamada en çok da öğrencisinin gönlünün dış dünyanın nimetlerine, şan ve şöhrete kayıp kaymadığına bakardı. Nezaket ve yumuşaklık en önemli değerlerdi onun için. Utanmazlığa, arsızlığa, saygısızlığa, ölçüsüzlüğe, tembelliğe ve ahlaksızlığa ise tahammülü yoktu. Bu tür sınavlarından başarıyla çıkan öğrencisini okuluna çağırır ve o andan itibaren de tam beş yıl sürecek bir suskunluğa (quinquennale silentium) mahkûm ederdi ki, zaferlerin belki de en zoru olan dilini tutmayı öğrenebilsin ve bir konuşma adabı edinebilsin.17
Pythagoras’ın seçtiği öğrenciler ilkin auditorium (homakoeion) adı verilen salonda toplanır ve derslerini keten bir perdeyle ayrılmış özel bir bölmede veren Pythagoras’ı sadece dinlerlerdi. Dinleme aşamasında başarılı olanlar Pythagoras’ın birebir verdiği derslere kabul edilir, diğerleri ise evvelce olduğu gibi onun sadece sesini işitip ilkelerini dışarıdan dinlemeye devam ederdi.
Böylece, Pythagoras’dan herkese açıklanmayan özel bilgileri edinenler (esoterici) ve dışarıdan onun sesini işitip temel bilgiler edinenler (exoterici) olmak üzere iki temel sınıf oluştu. İlk sınıftaki öğrenciler Pythagorei (Pythagoras’ın has öğrencileri), ikinciler ise Pythagoristae (Pythagoras’tan esinlenenler) olarak anıldı.18
Pythagoras’ın has öğrencilerinin arasında şahsi mal-mülk diye bir şey yoktu, bu yüzden hepsi önce Pythagoras’ın “dostlar arasında her şey ortaktır (amicorum omnia communia)” 19 düsturunu bellemek zorundaydı. Bu aynı zamanda zihinsel birlikteliğin de ilk şartıydı. Hepsi bir arada, büyük bir uyum içinde yaşamak ve Pythagoras’tan esinlenenlere her zaman örnek olmak zorundaydılar.
Pythagoras’tan esinlenenler ise ebeveynleriyle birlikte yaşamaya devam edebilirlerdi, ama ortak olan derslerde ya da sosyal etkinlikler de diğerleriyle bir araya gelip kurallara uygun hareket etmek zorundaydılar.
Pythagoras’ın has öğrencileri (mathematici) ve dinleyici konumundaki (acusmatici) öğrencileri daha sonra iki tür felsefenin gelimine öncülük etti. Dinleyiciler, Öğrencilere göre bir alt sınıftı ve Pythagoras’ın şahsından değil de, onun bir öğrencisi olan Krotonlu ya da Metapontumlu olarak bilinen Hippasos’tan ders aldıkları söylenirdi. Bu yüzden kendilerini Pythagorasçı olarak adlandıran öğrenciler gerçek Pythagoras felsefesini sadece kendilerinin bildiğini, diğerlerinin felsefesinin yapay bir model üzerinde kurulup geliştiğini iddia ettiler.
Dersler Pythagoras’ın doğruluğu sınanmamış ilkelerinden ya da “bunu yap, şunu yapma” türündeki buyruklarından ibaretti ve her öğrenci en başta bu derslerde işittiklerini tanrı sözü gibi bir sır olarak tutulması gerektiğini öğrenirdi. Bu yüzden işittikleri üzerine açıklama talep etmenin, bunlar hakkında konuşmanın ya da tartışmanın veya bunları kendilerinden olmayan insanlara açıklamanın sınırı aşmak olacağına inanırdı. Her öğrenci için susmasını öğrenmek yaşamın ilk dersiydi ve her biri önce susacağına dair yemin ederdi. Öyle ki konuşmalarıyla ünlü Isokrates bile Pythagoras’ın bu konudaki eğitiminin hakkını teslim edip “onun öğrencilerinin hitabette büyük ün kazananlardan çok kendi sessizliklerine hayran olduklarını” vurgulamaktadır. Onların görevi söylenenler üzerinde kendi kendilerine düşünüp bunları bilgelikle donanacakları kıvama getirtmekti. Bu görevi hakkıyla yerine getirmenin ödülü ise Pythagoras’ın birebir öğrencisi olmaktı; yerine getiremeyenlerin ödülü ise mallarının iki katına sahip olmak, ama o andan itibaren diğer öğrencilerce ölü olarak adlandırılmak ve halktan biriymiş gibi muamele görmekti.20
  Genel derslerde öğrenilenler, “Nedir?” “En temel olan nedir?” “Ne yapmak ya da ne yapmamak gerekir?” gibi üç sorunun yanıtları olan düsturlardı: Örneğin, “Kutlular adası, yani Güneş ve Ay nedir?; En doğru olan şey nedir? Kurban kesmek; En bilge olan nedir? Sayı; İnsan için en fazla beceri gerektiren sanat nedir? Hekimlik; En güzel olan şey nedir? Uyum; En güçlü olan şey nedir? Zihin; En mükemmel şey nedir? Mutluluk. En doğru söz nedir? İnsanların hepsinin ahlakı bozuktur,” gibi.21
Yapılması ya da yapılmaması gerekenler ise, buyruklar şeklinde verilir ve öğrenciden bunun nedenini kendisinin bulması beklenirdi: Örneğin, “yüreğini kemirme; tahıl kilesinin üstüne oturma; yükü indirene değil, kaldırana yardım et; yüzüğünde tanrı imgesi olmasın; yolun dışında yürüme; sağ elini kolayca uzatmaktan kaçın; sivri bıçağı kendinden uzak tut; yurdundan ayrılırken dönüp sınıra bakma,” gibi. 22  Pythagoras’ın eğitim biçimiyle ilgili bilgi veren sonraki dönemlerin metinlerinde bu buyrukların çoğu nedenleriyle birlikte verilmiştir: Örneğin, “İnsanlar çocuk doğurmak zorundadır, çünkü arkamızda tanrılara ibadet edecek nesiller bırakmalıyız; Üstünde tanrı imgesi olan yüzük takmayın, çünkü kirletirsiniz; bu tür imgeler sadece evlere yakışır; Hiçbir kadına kötü davranmayın, çünkü kadınlar da tanrıların tapınıcılarıdır; Ak horoz kesmek caiz değildir, çünkü bu hayvan Ay için kutsal olduğundan ve zamanı bildirdiğinden o da tanrıların tapınıcısıdır; Yaralanmak ve yaraları teşhir etmek iyi bir harekettir, ama bunlar insanın arkasında değil de, göğsündelerse; İnsan ruhu öldürülmesi caiz olmayanlar dışında her hayvanın bedenine girer çıkar; bu yüzden kurban edemeyeceğimiz cinsteki hayvanları yememeliyiz;23 Ekmeği bölmeyin, çünkü ekmek dostları biraraya getirir;24 Ateşi bıçakla karıştırmayın, çünkü bu şekilde güçlülerin öfkesini ve kibrini kabartmış olursunuz. Terazinin üstüne basma, çünkü adaleti ve eşitliği çiğnemiş olursun,” gibi.25 
İşte bütün bu düsturlar ve buyruklar, başka deyişle öğrencinin işiterek öğrendiği şeyler (akousmata) aslında birer semboldü (symbolon) ve içeriğinde hem zihinsel hem de ruhsal gelişime yönelik ilkeler barındırıyordu; ama bunların bazıları sadece Pythagoras’ın has öğrencilerine açıklanırken, çoğu açıklanmadan bırakılır ve öğrencinin mantık yürütüp bunların nedenlerini kendi kendine bulması beklenirdi.26Bu konuda Pythagoras’ın tavrı, adeta bir hekimin tavrını andırırdı; nasıl ki bir hekim hastalarını tedavi ederken tedavinin ayrıntılarına hiç girmeden onları sağlıklarına kavuşturur, işte aynı şekilde o da ahlaksal ya da düşünsel ilkeleri sembolik olarak aktarır ve öğrencisinin zihninde uyanan neden böyle sorusuna kendisinin yanıt vermesini beklerdi, yani onun ruhsal sağlığına kavuşması için kendi kendine tedavi olması gerektiğine inanırdı.27
Pythagoras’ın düşünceleri kadar yaşayış şekli de öğrencileri için yüce bir örnekti. Bu yüzden tıpkı onun gibi her sabah yataktan kalkar kalkmaz tek başlarına tapınaklar ya da korular gibi ıssız ve sessiz yerlere yürüyüş yaparlar, böylece kalabalıktan uzakta zihinsel dinginliğe, iç huzuruna kavuşacaklarına inanırlardı. Bu yürüyüşler aynı zamanda onların derslerde öğrendiklerini kendi kendilerine düşünme ve bu konuda mantık kurallarına uygun çıkarımlar yapmalarına da olanak tanırdı.28 Daha sonra yine tapınaklarda ya da benzeri mekânlarda biraraya gelirler, değişik disiplinler, öğretiler ve görgü kuralları üzerine sohbet ederlerdi. Ruhsal olduğu kadar bedensel sağlığa da çok önem verdiklerinden, vücut bakımına özen gösterir ve spor yaparak dinç kalmaya çalışırlardı. Kimi zaman koşup kimi zaman da bahçelerde ya da korularda güreş tutarlar ya da ellerindeki ağırlıklarla atlama alıştırmaları yaparlardı. Gün içinde bal ve akdarıdan yapılma ekmekle beslenirler, şaraptan uzak dururlardı. Yemek sonrasında yasalar doğrultusunda yabancıları ya da konukları ilgilendiren siyasal ve iktisadi meseleleri halletmeye çalışırlardı. Bu onlar için önemli bir görevdi ve yemek sonrası toplumsal işler için en uygun saatti. Akşam olunca yine yürüyüşe çıkarlardı, ama bu kez sabahki gibi tek başlarına değil, birkaç gruba ayrılarak yürürler ve öğrendiklerini hatırlayıp özgür sanatlarla ilgili fikir alışverişinde bulunurlardı. Ardından yıkanırlar ve yemekhanede toplanıp dini görevlerini yerine getirdikten sonra, güneş batarken ekmek ve yanında katık olarak çiğ ya da pişmiş sebzeden oluşan yemeklerini yerlerdi. Zaman zaman da yenmesi caiz olan hayvanların etini yer, nadiren balığı tercih ederlerdi. Gerçi sonraki dönemlerde, Empedokles ve diğer Pythagorasçı ardıllar ruh göçüne olan inançlarından, etten tümüyle uzak durmuşlardır. Pythagoras’ın gaza neden olup mideyi rahatsız ettiğinden baklayı da öğrencilerine yasakladığı bilinir.29
Öğrenciler için akşam yemeği bittikten ve yine dini adetler yerine getirildikten sonra okuma saati başlardı. İçlerinden en yaşlısı ne okunacağına karar verir, en genciyse karar verilen metni okumaya başlardı. Ardından yine en yaşlı olan topluluğa ahlaki tavsiyelerde bulunur ve hepsi birlikte uykuya çekilirdi. Öğrenciler uykuya çekilmeden önce Pythagoras her defasında onlardan kendilerine şu soruları sormasını isterdi: “Nerede yanlış yaptım? Ne yaptım? Hangi ödevimi savsakladım?” 30 
Pythagoras ve öğrencileri ketenden bembeyaz ve tertemiz giysiler giymeye özen gösterirler, aynı şekilde bembeyaz ve tertemiz yataklarda uyurlardı. Yatak örtüleri yünden değil, ketendendi, çünkü avlanmak onlara göre haramdı.31  Toplumsal düzeni korumak adına evlilik kurumunun ve çocuk sahibi olmanın öneminin de hepsi farkındaydı. Pythagoras’ın Hades’e indiğinde ceza çeken insanlar arasında kadınlarıyla yatmaktan kaçınanlar olduğunu da söylemesi,32 kulaklarına küpe olduğundan, kadınlarına karşı her zaman şefkatli davranırlardı. Aynı şekilde, üstatlarının “daimonlardan önce tanrılara, insanlardan önce kahramanlara, insanlar arasında da önce kendi anababana saygı göster,” ya da “yasaya yardımcı ol, yasa dışı olanla daima savaş,” veya, “öfkeliyken ne bir şey söyle, ne de yap,”33 gibi buyruklarına da harfiyen uyarlardı.
Pythagoras’ın Kroton’daki Okulu, Güney İtalya’nın siyasi tarihinde iki ya da üç kuşak etkin bir rol oynadı. Hem eski hem de çağdaş tarihçiler onun Okulunda verdiği ahlak eğitiminin askeri başarıyı körükleyici etkisinin, Kroton’un zengin komşusu Sybaris’i İÖ 450 yılında bozguna uğratmasında ve o tarihten başlayarak bölgede en çok sözü geçen kent kılmasında büyük önemi olduğuna inanırlar. Polybios’un, Pythagorasçıların Güney İtalya’daki buluşma yerlerinin (synedria) yerle bir edildiğini anlattığı satırlarındaki “her kentin önderleri yaşamını yitirdi,” şeklindeki ifadesinden, bölgenin her kentinde birer Pythagorasçı önder olduğu ve böylece sayılarının epeyce artmış olduğu ve toplumsal ve siyasi yaşamda etkin bir rol oynadıkları açıktır. Ancak bu etkin yayılımın yıkımını da beraberinde getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü Pythagorasçılar’ın yürüttüğü siyasetle bölge halkları üzerinde söz sahibi olmaları, karşıtlarının sayısını da artırttıkça arttırdı ve en sonunda Pythagoras’ın Kroton’dan kaçıp Metapontum kentine sığınması ve orada yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan adeta bir halk ayaklanması yaşandı. Bu olaydan sonra, Pythagorasçılar’ın her biri bir yere dağıldı, çoğunlukla da Yunan anakarasına sığınmak zorunda kaldı; ta ki, Platon’un felsefe sahnesine çıktığı İÖ 4. yüzyılın başlarında, yeniden ve bu kez Tarentum kentinde başat bir rol üstlenene ve devletin üst kademelerinde değişik makamlara seçilinceye kadar.34
Pythagorasçıların bu dağılımı, adeta bir gizem dini mensubuymuş gibi kimseye söylemeyeceklerine yemin ettikleri ilkelerin de (akousmata) yavaş yavaş dağılmasına ve hatta yukarıda da söz ettiğimiz şekilde, nedenleriyle birlikte açıklanmasına yol açtı. Bu durum, hiç kuşkusuz, Pythagoras öğretisinin bilimsel ve felsefi içeriğinin de açığa vurulması demekti. Böylece, herkes artık ruhun ölümsüz olmasının nedeninin, evrendeki her şeyin belli döngüler sonucunda yeniden meydana gelmesinden, her şeyin aynı ailenin (homogenes) birer üyesi olarak doğmasından kaynaklandığını öğrendi.35 Oysa, zamanında Pythagoras yolda yürürken bir köpeğin dövüldüğünü gördüğünde ve “Dur, vurma köpeğe! Çığlıklarından tanıdım, bir dostumun ruhu var içinde,” dediğinde, ne demek istediği bu kadar rahat anlaşılamıyor ve insanların yüzünde sadece hafiften, alaycı bir tebessüm beliriyordu.
Pythagorasçıların sessizliklerini bilim ve felsefenin gelişmesi adına bozmuş olmaları, kendilerinden sonra gelen önemli filozoflara, hatiplere ve edebiyatçılara da ışık tuttu. Pek çok diyaloğunda değişik şekillerde kendilerini anan Platon, bir yandan Devlet’inde Pythagoras’ın geliştirdiği eğitim düzenini içten içe model alırken, Pythagorasçıların astronomi, geometri, aritmetik ve müziğin “kardeş bilimler,” olduğuna dair sözlerini bütün samimiyetiyle kabullenip Ortaçağ eğitiminin bir kolu olan “quadrivium’un” temellerini onlar üzerinden atmış oldu.36   Pythagoras’ın sesi, Ovidius sayesinde Roma’nın duvarlarından da yankılandı, çünkü Ovidius Metamorphoses’inde onu kral Numa’nın akıl hocası olarak görüp 15. Kitabının büyük bir bölümünü Pythagorasçıların geliştirdiği düşüncelere ayırdı ve üstatlarını Roma kralı Numa’nın kişiliğine bürüyüp Romalılara tavsiyelerde bulundu. “Ey Ölümlüler,” dedi, “caiz olmayan yiyeceklerle, sakın murdar etmeyin bedenlerinizi, size zararı dokunanları yok edin; yok edin, ama asla yemeyin; sağlıklı gıdaları seçin ve asla etle beslenmeyin! ..Ruhlarımız ölümsüzdür; eski ikametgâhlarını terk ettikleri anda hep yeni bir mesken bulurlar kendilerine, dirilip yeniden yaşama katılsınlar diye.”37
Pythagoras’ın keten perdesini aralayıp da onunla yüz yüze gelmiş veya onun öğretilerinden kana kana içmiş olan her öğrencisinin, gerek yaşadığı çağda, gerekse daha sonraki çağlarda etkisini hep bir şekilde duyuran hocalarıyla gururlanması çok doğaldır; onun sembolik dilini çözümlemiş olmak onlar için bir ayrıcalık, ağzından çıkan her kelimenin altındaki asıl manayı kavramış olmak ayrı bir hazdır. Bundan dolayıdır ki, yakınlarına yazdıkları mektuplarda hep ne kadar şanslı olduklarını belirtmişler,38   bundan dolayıdır ki, yeryüzündeki akıl sahibi varlıkları tanrılar, insanlar ve Pythagorasçılar diye üç guruba ayırırken, kendilerini hem tanrılardan hem de insanlardan ayrı bir yere koymuşlardır.39  Sayılar her şeyde ortak olan ilkeyse, onlar da üstatlarının doğasına ortaklar, zaten bu nedenle birbirlerine halka halka kenetlenmişler ve “ipse dixit: kendisi öyle dedi,” derken üstatlarının dilinden dökülenleri kanıt olarak ileri sürmekte bir sakınca görmemişler, onun felsefesinin dışsal bir kanıta gerek duymayacak kadar saygın olduğuna inanmışlardır. Pythagoras dendiğinde hemen Pythagorasçıların anlaşılması işte bu yüzdendir ve işte bu yüzden öğrencinin ağzından bir söz çıktı mı, o söz öğrencinin kendi keşfi olsa bile, öğrenci bunu üstadın eğitimine borçlu olduğunu bildiğinden, kendisi sözün arkasına geçmiş, üstadını öne çıkarmıştır.
Uygulamalar
Miletos Okulu düşünürleriyle Pythagoras’ı karşılaştırın.
Pythagoras’ın Doğu’ya yaptığı seyahatler hakkında ayrıntılı bilgi edinin.
Pythagoras’ın şahsında “bilge” olmanın anlamını irdeleyin.
Pythagorasçıların aldığı felsefe eğitimi ile günümüz felsefe eğitimini kıyaslayın ve bu konuyu bölüm arkadaşlarınızla tartışın.
“Ipse dixit” ifadesini felsefede usta-çırak ilişkisi açısından değerlendirin.
Uygulama Soruları
Pythagoras’ın Yunan felsefesindeki önemi nedir?
Pythagoras’a göre “Sayı” neden ilk ilkedir?
Pyhagoras Okulunun özellikleri nelerdir?
Pythagoras’ın eğitim tarzının yararları ya da zararları nelerdir?
Pythagoras dendiğinde neden Pythagorasçılar anlaşılır?  
Bölüm Özeti
Felsefe tarihinde Miletos Okulu düşünürlerinin sorduğu ilk felsefi soru, yani “arkhe nedir” sorusu, Pthagoras ile değişik bir yanıt bulur ve arkhe daha soyut bir ilkeye indirgenir. Pythagoras için arkhe, sayıdır. Çünkü ona göre, şeyler arasındaki bağlantılar, sayılar arasındaki bağlantılarla aynıdır. Bir şeyi anlamak demek, diğerini de anlamak demektir. Bu yüzden iki, aslında bir ve aynıdır. O halde, sayılar arasındaki bu birlik toplumun her katmanında kendini açığa vurmalıdır. Bunun sırrı da, uygun bir eğitim tarzı ile bu birliğin özünü idrak edecek bilgeler yetiştirmektir. 
Kaynakça

İF-5

5. FELSEFENİN İLKOKULU: MİLETOS
Giriş
Doğayı tanıma kaygısını ve bu kaygıyla gelişimini sürdürmeye karar veren insan, mitolojik sorulardan ve mitolojik cevaplardan artık tatmin olmamaktadır. Bundan sonra yapılacak iş, doğayı gözlem yoluyla incelemek ve her şeyin ilk ilkesini aramaya girişmektir. Buradan hareketle bu bölümde bilim ve felsefenin temellerinin atıldığı bir dönemden ve bu dönemin ilk bilim-felsefe okulu olan Miletos Okulu ve bu okulun Doğa Düşünürleri (Physiologoi) olarak adlandırılan düşünürlerinden söz edilecektir; ayrıca felsefenin ilk sorusu olarak kabul edilen “Arkhe nedir?” sorusuna bu düşünürlerin verdiği yanıtlar değerlendirilecektir. Ama öncelikle bu Okulun nasıl bir düşünsel ortamda ortaya çıktığını anlamak için, Yunan geleneğinde ilk düşünürler olan Yedi Bilge’den ve onların dilinden dökülüp günümüze kadar ulaşan, insanları hem siyasi hem de ahlaksal anlamda uyaran veciz sözlerinden bahsedilecektir. Ayrıca bu dönemi, mitolojik düşünme tarzının hâkim olduğu Homeros ve Hesiodos’un destan dönemiyle genel anlamda karşılaştırılmalı olarak çalışmanın, Yunan kültüründeki mitoloji-bilim-felsefe sürecini daha iyi anlamak için çok önemli olduğu vurgulanacaktır. 
5.1. Yedi Bilge ve Thales
Mitolojik kıyıları yavaş yavaş ilk terk edenler, bir Yunan kolonisi olan ve Küçük Asya’nın (Asia Minor: Anadolu) Ege kıyısında yer alan Ionia’nın özellikle Miletos ve daha başka şehirlerinde yetişen doğa düşünürleri ya da ilk evrenbilimcileri olmuştur. Yaşadıkları dönem felsefe tarihine 19. yüzyıl âlimlerince “Sokrates- Öncesi Dönem” olarak kazınmıştır. Böylece bu düşünürlerin geliştirdiği düşünceler ve kullandıkları sırf gözleme dayalı yöntemler ile Sokrates (İÖ 470-399) ve sonraki düşünürlerin geliştirdiği felsefe ve felsefi yöntemler arasında büyük bir ayrım olduğuna dikkat çekmek istenmiştir.1 Ama şu da bir gerçektir ki, Ionialı düşünürler tarih sahnesine çıkmamış olsalardı, Batı Felsefesinin temel direkleri olan Sokrates, Platon, Aristoteles gibi filozofların da ortaya çıkması olanaksız olacaktı.
Felsefe tarihinde Miletos Okulu olarak bilinen (İÖ 6. yüzyıl) okul, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in doğayla ilgili gözleme dayalı bilgilerle örülü düşüncelerinden bina edilmiştir. Söz konusu düşünürlerin felsefenin temelini oluşturmasının nedeni ise, Homeros ve Hesiodos’tan farklı olarak doğayı mitolojik bir yaklaşımla değil, akılcı ve bilimsel bir yaklaşımla ele alıp incelemeye başlamış olmalarında ve bu konuda geleneğin verdiği cevaplarla yetinmeyip “evrenin ilk ilkesi nedir, yani arkhe nedir,” şeklindeki ilk felsefi soruya verdikleri yanıtlarda yatar. Onlar “tek olanı, bütün varlıkların değişmez maddi ilkesini” aramaya başlayarak Yunan felsefesinin doğumunu müjdelemişlerdir.
Miletoslu düşünürlerin ilki, Miletos Okulu’nun kurucusu olduğu gibi, felsefenin ve bilimin kurucusu olarak da görülen Thales’tir (Θαλῆς ὁ Μιλήσιος). İÖ yak. 625 ve 545 yılları arasında yaşadığı düşünülen ve kimilerine göre Fenikeli soylu bir aileye mensup, kimilerine göre de Miletos’un has vatandaşı olan2  Thales Yunan’ın Yedi Bilgesi’nden biridir. Bu yüzden Thales’e geçmeden önce Yedi Bilge’yi tanımak gerekir:

Resim 16: Yedi Bilge
Geleneğe göre, Yunanistan’ın Yedi Bilgesi3  olarak adlandırılan kişiler, İÖ yak. 620–550 arasında yaşayan ilk düşünürlerdir. Bunlara İÖ 6. yüzyılın düşünürleri de denir. Sonraki yüzyıllarda bilgece söyledikleri sözlerle tanınan bu düşünürler Miletus’lu Thales, Mytileneli Pittakos, Prieneli Bias, Atinalı Solon, Lindoslu Kleobulos, Khenaelı Myson ve Spartalı Khilon ve Korinthoslu Periandros idi. Bunlar hakkında ilk yazılı belge Platon’un Protagoras adlı diyaloğundaki Sokrates’in sözleridir. Şöyle der Sokrates:
“Hepsi Sparta eğitimine hayrandı ve hepsi bu eğitimle yetişti. Kısa ve öz deyişleri hafızlara kazındı. Her birinin ağzından özellikle şu deyiş hiç düşmedi: Kendini bil; Hiçbir şeyde aşırıya kaçma. İşte bu tür deyişlerle felsefi düşünme tarzı eskiler arasında çok yaygındı.”4 
Sokrates’in de belirttiği üzere, antik dünyada felsefi düşünme söz konusu Yedi Bilge’nin insanlara ahlaki tavsiyeler niteliğindeki kısa ve öz deyişleriyle başladı. Bu deyişlerin en tanınmışlarını şöyle örnekleyebiliriz.
Lindoslu Kleobulos (Rodos adasındaki Lindos şehrinin tiranı):
Ölçülülük en iyi şeydir.
Zihninizi iyi bir şeyle meşgul edin.
Düşüncesiz veya kaba olmayın.
Erkek çocukları kadar kız çocuklarını da eğitin.
Jimnastik yapın.
Konuşmacıdan ziyade dinleyici olun.
Erdeme dost, kötülüğe düşman olun.
Adaletsizlikten kaçının.
Hazza yenik düşmeyin.
Hiçbir şekilde şiddete başvurmayın.
Kendi denginizle evlenin; çünkü karınız sizden üstün olursa, akrabaları efendiniz olur.
Zenginken kibirli olma, dara düşersen de kendini hakir görme.
Kaderin dönekliğine asaletle katlanmayı öğrenin.
Senden daha yüksek rütbedeki kişi efendin olur, akraban değil.
Atinalı Solon (Atina demokrasisini biçimlendiren yasa taslaklarını hazırlayan, yasa koyucu):
Sözler davranışların aynasıdır.
En güçlü ve en muktedir olan kraldır.
Asla yalan söyleme.
Saygın hedeflerin peşine düş.
Dost edinirken aceleci davranma, edindikten sonra da yüzüstü bırakma.
Emir vermeden önce itaati öğren.
İyiyi salık vermeye bak, arkadaşının hoşuna gideni değil.
Aklı kılavuz al.
Kötü arkadaştan kaçın.
Tanrıları onurlandır, büyüklerine hürmet et.
Büyük işlerde herkesi memnun etmek imkânsızdır.
Spartalı Khilon (İÖ 6. yüzyılın Spartalı siyaset adamı):
Dilini tut, özellikle de resmi bir ziyafette.
Kimseyi tehdit etme.
Kendini bil.
İyi gününden ziyade kötü gününde dostunun yanında ol.
Düğününde abartıya kaçma.
Yaşlılığa hürmet et.
Kendi güvenliğin için akıl danış.
Haksız bir kazançtansa, kaybı göze al.
Başkasının felaketine sevinme.
Güçlüyken merhametli ol.
Altının saflığı mihenkle sınanır; insanın iyisi, kötüsü de altınla.
Dilin düşünceni aşmasın.
Öfkene hâkim ol.
İmkânsızı hedefleme.
Kanunlara uy.
Ölmüşleri bahtlı kişiler olarak öv.
Konuşurken el kol hareketi yapma ki seni deli sanmasınlar.
Sükûnetini koru.
Ölmüşlerinizi iyilikle yad edin.
Miletoslu Thales: (İlk düşünür ve matematikçi):
Varolanların en eskisi tanrıdır, çünkü yaratılmamıştır.
Evrenden âlâsı yok, çünkü tanrının eseri.
Mekândan daha büyüğü yok, çünkü her şeyi içine alır.
Zihinden hızlısı yok, çünkü her yeri aşar.
Zorunluluktan güçlüsü yok, çünkü her şeyin hâkimidir.
Zamandan daha bilgesi yok, çünkü her şeyi açığa çıkarır.
Varolanların en eskisi tanrıdır, çünkü yaratılmamıştır.
Evrenden âlâsı yok, çünkü tanrının eseri.
Mekândan daha büyüğü yok, çünkü her şeyi içine alır.
Zihinden hızlısı yok, çünkü her yeri aşar.
Zorunluluktan güçlüsü yok, çünkü her şeyin hâkimidir.
Zamandan daha bilgesi yok, çünkü her şeyi açığa çıkarır.
Kendini bil.
Haksız kazançtan sakın.
Ölümle yaşam arasında fark yok.
Yalan yeminin zinadan farkı yoktur.
En zor iş, kendini bilmektir.
En kolay iş, öğüt vermektir.
Tanrısallık, başı sonu olmamadır.
İnsanın görebileceği en tuhaf şey, yaşlı bir tirandır.
En mutlu insan sağlıklı bir bedene, uyanık bir zihne ve uyumlu bir tabiata sahip olandır.
En iyi ve en doğru yaşam şekli, başkasında ayıpladığımız şeyleri yapmamakla mümkündür.
Lesboslu Pittakos: (Lesbos adasındaki Mytilene şehrinin yöneticisi. Devlet yönetiminde soylu sınıfın hâkimiyetine gem vurmaya, halkı söz sahibi yapmaya gayret etmiştir):
 Zamanını bekle.
Şimdi affet ki, sonradan pişman olma.
Bağışlama, intikamdan evladır.
İyi olmak zor iş.
Tanrılar bile kadere karşı gelemez.
Ayinesi iştir kişinin.
En iyi şey, elindeki işi yapmaktır.
Zaferlerini kan dökmeden kazan.
İyi insanı kılı kırk yararak ararsan asla bulamazsın.
Yapacaklarını hemen söyleme ki, yapamazsan millete maskara olma.
İntikam tanrıçasından korkuyorsan, kimsenin felaketine gülme.
Emanete hıyanet etme.
Ne dostun ne de düşmanın hakkında kötü konuş.
İtidale müptela ol.
En güvenilir olan karadır; en güvenilmezi ise deniz.
Prieneli Bias (İÖ 6. yüzyılın siyaset adamı ve kanun koyucu):
Şanssızlığı kaldıramayan kişi, sahiden şanssızdır.
Elde edilemeyecek şeylerin meftunu olmak ruhun hastalığıdır.
Hayatı bugün ölecekmişsin gibi kısa, hiç ölmeyecekmişsin gibi uzun yaşa.
Dostlarını bir gün onlardan nefret edecekmişsin gibi sev, çünkü insanların
çoğu kötüdür.
Bir işe başlarken ağırdan al, ama başladın mı da sıkı sıkı sarıl.
Akla değer ver.
Tanrıların varlığını kabul et.
Bir insan değersizse, zengindir diye onu övme.
İsteğine zorbalıkla değil, ikna ederek ulaş.
Sevaplarını tanrılardan bil.
Düşünmeden konuşma ki, deli sanmasınlar.
Gençliğinden yaşlılığına kadarki seyahatinde bilgelik yolluğun olsun.
Korinthoslu Periandros (İÖ 7-6. yüzyıllarda Korinthos şehrine altın çağını yaşatan tiran):
Hiçbir şeyi para için yapma, bırak para kazanç peşinde koşan tüccarın olsun.
Emniyette olmak isteyen tiran korumalarına sadakat gösterir, silahlara değil.
Ruh dinginliği, güzel şey.
Atılganlık, tehlikelerini de beraberinde getirir.
Kazanç, soysuz bir şey.
Demokrasi, tiranlığa tercih edilmeli.
Zevkler gelir geçer, şeref baki kalır.
İyi gününde ölçülü ol, kötü gününde akıllı.
Dostlarının iyi gününde nasılsan kötü gününde de öyle ol.
Söz verdin mi arkasında dur.
Sır verme.
Suçluları ıslah etmekle kalma, suça meyilli olanları da ıslah et. 5

Resim 17: Thales
İşte bu veciz söz söyleme geleneğinin, başka deyişle pratik düşünüşün en önemli temsilcilerinden biri olan ve tarihçi Herodotos’a göre ailevi kökleri Fenikelilere dayanan Thales,6 Mısırlılardan edindiği matematik bilgisini de devreye sokarak evreni bir bütün olarak incelemeye başladı ve evrenin ilk nedeninin (arkhe) ne olduğuna mitolojik hikâyelerden bağımsız bir yanıt aradı.
Miletos okuluna ve Sokrates öncesi bütün diğer düşünürlere göre “Arkhe” maddi bir şeydi ya da maddeden (hyle) yapılmıştı; her şey bu maddeden çıkıyordu ve ona geri dönüyordu. Bu süreç içinde o maddi varlık temel varlık olarak kalıyor, yalnız halleri değişiyordu; dolayısıyla bu temel varlık tekti. Bu yüzden Miletos Okuluna mensup düşünürlere “Monist (Tekçi) görüşü savunan düşünürler (Monistler ya da Tekçiler) denir. İşte bu Monist düşünürlerin ilki olan Thales bu maddi varlığın “su (hydor)” olduğunu iddia etti.
Ondan kalan iki fragmandan birinde “Su, her şeyin ilk ilkesidir (ya da ilk nedenidir),” yazılıydı. Çünkü Thales’e göre, suda bitmez tükenmez bir yaşam gücü vardı ve bir ağaç kütüğünün nehirde yüzmesi gibi, dünya da suyun üzerinde öyle yüzmekteydi.7
Aristoteles’e göre, Thales’in bütün varlıkların temelinde su olduğunu söylemesinin nedeni, bütün canlıların ve bitkilerin yaşamak için suya gereksinim duymalarıdır; ya da varlıkların tohumunun (semen) ve besininin nemli olmasıdır. Nem, varlıkların yaşamını sürdürebileceği ısıyı üretir ve sürdürür. İşte bu nemin kaynağı da sudur.8 Ayrıca suyun doğası, katı sıvı, buhar (gaz) gibi farklı farklı şekiller almasını sağlayacak niteliktedir ve bu yüzden bu anlamda onun doğasına sahip başka hiçbir şey yoktur.
Thales’ten kalan ikinci fragman ise şöyledir:
“Her şey tanrılarla (daimonlarla) doludur.”
Bu fragmana göre, Thales için doğada tanrısal olmayan, yani yaşam gücü olmayan hiçbir şey yoktur; her şey canlıdır, yani her şeyde yaşam gücü vardır. Örneğin, mıknatıs taşı canlıdır, çünkü demiri çekebilir. Her şeyin kaynağı suysa ve her şey sudan çıkmışsa, o zaman su ilkesi bir tanrıdır, yani yaşamsal güçtür.
Thales aynı zamanda bir gökbilimciydi; bir senede 365 gün olduğunu göstermiş, yaz ve kış gün dönümlerini hesaplamıştı. Ama belki de en önemlisi 28 Mayıs 585 yılında gerçekleşen güneş tutulmasını önceden bilmişti.9Çünkü bu bilgi sonradan Batı Düşüncesi geleneği içinde “felsefe ve bilimi başlatan ilk bilgi” olarak değerlendirilecekti.10  Bunun yanında, takımyıldızlar hakkında da çok geniş bilgi sahibiydi Thales, hatta güneş ve ayın tahmini boyutları hakkında bile fikir yürütmüştü. Onun bu gök sevdası, Platon’da çok hoş bir hikâyeye bürünerek anlatılmıştır: Thales bir gün başını göğe çevirmiş yıldızları gözlemliyormuş ki, birden bir kuyuya düşüvermiş. Muzip bir Trakyalı köle kız da onunla dalga geçmiş, yukarıda, göklerde ne olduğunu bilmek isterken önünde, ayağının altında ne olduğunu göremeyecek kadar çılgın biri diye.11
5.2. Anaksimandros ve Anaksimenes
Thales’in öğrencisi ve takipçisi olan Miletoslu Anaksimandros ise (İÖ 610-546) ise Miletos okulunun ikinci önemli üyesidir ve Doğa Üzerine (Περὶ φύσεως / Peri physeos) adlı eseri onun “doğaya ilişkin ilk eser kaleme alan Yunanlı olarak” tarihe geçmesine neden olmuştur.12 
Biz Anaksimandros’u özellikle bu eserden kalan fragmanlardan ve büyük olasılıkla bu kitabı okumuş olan Theophrastos’un aktarımlarından tanıyoruz ve yine bu kaynaklardan onun “evren, evrenin kökeni ve ilk biçimiyle ilgili görüşlerini; gök cisimleri, doğa olayları, astronomi, meteoroloji ve biyoloji gibi bilimlerinin ilk halleri ve coğrafya hakkında ne denli bilgi sahibi olduğunu ve yaşamı boyunca bu konularda ne denli uğraş vermiş olduğunu anlıyoruz.13  Yunanın ilk güneş saatinin ve ilk yıldız haritasının da yaratıcısı olduğunun söylenmesi ve günümüze ulaşmamış olan ilk dünya haritasını (mappa mundi) çizme denemesi bunun bir kanıtıdır.

Resim 18: Anaksimandros
Anaksimandros’un ağaçların dallanıp budaklanarak gelişmesine ve kabuklarının soyulmasına dair yaptığı gözlemler, insanoğlunun kökenini açıklamasına ışık tuttu. Ona göre, insandan başka tüm canlılar doğdukları andan başlayarak kendilerine bakabiliyorlardı, ama insanoğlunun uzun bir süre bakıma ihtiyacı vardı. Anaksimandros’un tahminine göre ilk insanlar çocukluklarını dikenli bir ağaç kabuğuna sarılmış şekilde geçiriyor ve birer balığa benziyorlardı, dolayısıyla suda yaşıyorlardı.14  Ergenlik döneminde, kabuklarını soyuyorlar ve dışarı çıkıp kuru toprağa, yani kendi kendilerini koruyabilecekleri bir çevreye ilk adımlarını atıyorlardı.15

Resim 19: Anaksimandros’un çizdiği varsayılan dünya haritası
Anaksimandros’un evren anlayışı Thales’ten çok daha ayrıntılı ve çok daha farklıdır. Her şeyden önce, dünyayı destekleyen hiçbir şeyin olmadığını söyler ve bu yüzden Thales’in yaptığı gibi dünyanın üzerinde durduğu bir destek aramaz. Çünkü dünya her şeye eşit uzaklıkta olan bir yerdedir. Sonra, ona göre, evrenin ilk ilkesini bizim gözlerimizle gördüğümüz dünyadaki bir elementle, yani su ya da ateş gibi bir elementle özdeşleştirmek hatadır. Varlıkların ana ilkesi sınırsız ve tanımlanmamış olmalıdır. Anaksimandros bu şekilde düşündüğünden, “arkhe nedir?” sorusuna Thales’den değişik bir yanıt vermiştir ve evrenin temelinde yatan bu ilkeyi apeiron (ἄπειρον: Sonsuz ve Sınırsız Olan) olarak adlandırmıştır. Bu ilke tanımsızdır ve her şeyin başlangıcıdır; yani doğmamıştır, yaşlanmaz, yok olmaz, ölmez olandır. Ama Anaksimandros’un bu ilkesini “mekân içinde sonsuzca yaygın olarak düşündüğü” sanılır; “zaman içinde başlangıcı ya da sonu olup olmadığını düşündüğü” bilinmez.16 Bu ilke, sonradan Aristoteles’in de belirttiği gibi, varolan evreni (kurulu düzen, kosmos) meydana getiren maddi bir nedendi belki.17
Anaksimandros’a göre, evren sıcak- soğuk, kuru-yaş, vb. gibi karşıtlıkların savaş alanıydı. Bazen bir çift karşıt, diğerlerine üstün gelir, bazen de diğer bir çift karşıt buna üstün gelirdi; yani sürekli birbirleriyle çatışırlardı, ta ki birinden biri yok oluncaya ve diğerine dönüşünceye değin (Örneğin, günün geceye dönüşmesi, kışın da yaza dönüşmesi gibi). Bunlar, Anaksimandros’un şiirsel ifadesine göre, “zamanın hakemliğinde adaletsizliklerinin cezalarını çekiyorlar ve birbirlerinin verdiği zararın tazminatını ödüyorlardı.” 18  Sıcak ve soğuk ilk ortaya çıkan zıtlıktı; kozmik bir yumurtadan ve ezeli-ebedi olan sonsuz bir maddeden hayat bulmuştu. Sonra bunlardan ateş ve toprak çıkmıştı ve varolan evrenin (kosmosun) temelini oluşturmuştu. Başka deyişle, Anaksimandros’a göre evren, zıtlıkların birliğinden oluşmuştu.
Anaksimandros’un öğrencisi ve takipçisi olan Anaksimenes ise (İÖ yak. 546-525) Miletos okulunun üçüncü doğa düşünürüdür. O da Anaksimandros gibi arkhe’nin “tek, sonsuz, uçsuz bucaksız olduğunu” söylemiş, ama bunun belirsiz değil de belirli olduğunu ifade ederek Anaksimandros’dan ayrılıp Thales’e daha yaklaşmıştır. Böylece, Thales’in arkhe’nin su olduğunu iddia etmesine benzer şekilde, Anaksimenes de arkhe’nin maddi bir şey olduğunu belirtmiştir. Anaksimenes’e göre bu maddi şey “havadır (aer).” Hava, ona göre, dünyanın üstünde durduğu şeydir. Bu görüşüyle de Thales’e benzemektedir.
Hava ilk haliyle görünmez bir yapıdadır, ama hareket etmeye başladığında ve yoğunlaştığında görünür olur, çünkü ilkin rüzgâr (veya buğu), sonra bulut, ardından da su olur ve en sonunda daha da yoğunlaşır ve kalınlaşır, ta ki toprak (veya çamur) ve taş olana değin. Havanın en seyrek haliyse ateştir. Her şey havanın seyrelmesi ve yoğunlaşması sonucunda meydana gelir.19dudaklarınızı büzüp sonra ağzınızı iyice açıp avucunuza üfleyin, ilkin sıcak bir hava, sonra soğuk bir hava hissedeceksiniz der.20
Ona göre, hava sonsuza değin canlılığını koruduğu için, tanrısallığın, yani yaşamsal gücün tüm özelliklerine sahiptir, dolayısıyla varolan her şeyin nedenidir. Kısaca, Anaksimenes’e göre hava tanrısaldır ve tanrılar da dâhil olmak üzere her şeyi kendi içinden doğurur.21 

Resim 20: Anaksimenes
Ayrıca yine ona göre, bizim ruhumuz da havadan oluşmuştur ve bedenimizin birarada durmasına, dağılmamasına neden olur. 22 Tıpkı havanın tüm dünyayı çepeçevre sarmasına benzer bir durumdur bu. Anaksimenes bu şekilde insan bedenini dolduran havayı, insan ruhu (psykhe) ile bir tutmuş olur ve bizim ruh kavramıyla ilk kez karşılaşmamızı sağlar. Ayrıca doğada tüm canlıların ruhu olduğunu belirterek canlı ve cansız ayırımını da ilk kez yine o gündeme getirir.
Anaksimenes’in doğa, evren, vb. ile ilgili diğer düşünceleri ise şöyle özetlenebilir: Yeryüzü ve güneş gibi göksel cisimlerin hepsi tepsi gibidir ve havanın üzerinde durur; yıldızlar yeryüzünün çevresinde dolanır. Ay ışığını güneşten alır; depremin nedeni yeryüzüdür.
Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’e, kısaca Yunan felsefesinin bu ilk üç düşünürüne “hylozoistler” de denir. Çünkü hepsi canlı bir ana maddeye inanır. Ama onlardan kalan bilgilerin eksikliği, bize ancak bölük pörçük bilgi yığınlarından bir derleme olanağı verdiğinden bu maddelerin bu düşünürlerin zihinlerindeki gerçek özelliklerinden tam olarak haberdar olmamızı engeller.
Sonuçta bu düşünürler kelimenin tam anlamıyla gerçek doğa düşünürleri ya da gerçek doğa bilimcileri olmasa da, mitolojik öyküler yazan kişiler de değildir. Henüz mitosları tamamen arkalarında bırakmamışlardır belki, ama mitolojiden uzaklaşmayı ve bambaşka sulara yelken açmayı da göze almışlardı. Bu yüzden bu düşünürler tam olarak filozof değillerdi, gerçi o dönemde henüz “felsefe-philosophia” kelimesi de henüz dilde yoktu. Bu düşünürler sadece bilimin doğuşunu müjdeleyen fikirlerin sahipleriydi. Ayrıca gözlemciydiler, ama onların gözlemlerinde felsefenin, bilimin, dinin öğeleri birbirinden henüz tamamen ayrılmamıştı.23   
Uygulamalar
Felsefenin ilk sorusunun anlamını irdeleyin.
Felsefe ile mitoloji arasındaki farklar üzerine bir makale kaleme alın.
Yedi Bilgeler’in felsefe tarihindeki yerini irdeleyin.
Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in ilk ilkeye verdiği yanıtları sorgulayın. 
Uygulama Soruları
Felsefe neden “Arkhe Nedir?” sorusuyla başlar?
Bu sorunun mitolojik yanıtı ne olabilir?
Yedi Bilgeler’in amacı nedir?
Miletos Okulunun genel özellikleri nelerdir?
Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in düşüncelerinin benzerlikleri ya da farklılıkları nelerdir?
Bu dönemde mitoloji-felsefe-bilim ilişkisi hakkındaki nasıl bir fikir edindiniz?  
Bölüm Özeti
Güneş Olympos’un mitolojik kıyılarından sıyrılmış ve Anadolu’nun Ionia’sındaki antik bir liman kenti olan Miletos’da yeniden doğmuştur. Bu doğuş yepyeni bir soruyla, yani “arkhe nedir?” sorusuyla daha başka parlamıştır. Thales sormuştur bu ilk soruyu ve “ su” diye yanıtlamıştır; diğer düşünürler de onu takip ederek aynı soruya farklı yanıtlar vermiştir. Bu düşünürler, Homeros ya da Hesiodos’un hikayeleriyle örülü geleneği soyarak ellerindeki kısıtlı bir gözlem malzemesiyle tarafsız bir gözlem yaparak doğayı okumaya çalışan ilk düşünce adamlarıdır. Daha derin bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, Thales ve diğer Miletos düşünürleri mitolojinin tanrılarına ve mitolojiyle beslenmiş toplumun geleneklerine ilk sessiz başkaldırıyı gerçekleştiren insanlardır. İliklerine kadar birey olduklarını duyumsayan, ölümlü olduklarını bildikleri halde, ölümsüzce sürgit düşünme ve yaşamayı, hayal gücünün sınırlarını zorlamayı ilke edinen insanlardır; kendilerine anlatılan masallarla değil, akılla ve derin bir tutkuyla doğayı tanımak isteyen insanlardır; kısaca doğanın karşısında bilgili olmaktan ve edindikleri bilgiyi sevmekten görkemli bir haz alan insanlardı. Felsefe yavaş yavaş başlamıştı…
Peki, Thales ve diğer doğa düşünürleri felsefe sahnesinde göründüğünde, Homeros ve Hesiodos, yani mitolojik düşünce bitmiş miydi? Hiç şüphesiz, hayır. Ama artık Homeroscu bir öykü, çoğu felsefecinin felsefeyi ve felsefe eğitimin önemini dile getiren örneklerine sadece birer malzeme oluşturuyordu. Örneğin, Aristippos tüm dallarda eğitim görüp de felsefeyi bir yana itenleri, “Odysseus’un sadık karısı Penelope’nin taliplerine” benzetiyordu; çünkü, ona göre, bu tür insanlar bütün hizmetçi kızları elde etmişlerdi etmesine, ama evin hanımını, yani Penelope’yi henüz elde edememişlerdi.
Kaynakça

İF-4

4. MİTOLOJİK ÖLÜM YA DA DÖNÜŞÜM
Giriş
Yavaş yavaş doğasının tüm özelliklerini öğrenmeye başlayan insanoğlu, tanrılara rağmen insan gibi düşünmeye ve yaşamaya başlamış ve bunun sonucunda başına gelebilecek her türlü eziyeti baştan kabul etmek zorunda kalmıştır. Çünkü o artık akıllı bir varlık olarak doğadaki diğer canlılardan çok farklı bir konumda olduğunun ayırdına varmış ve bu farklı konumunun kendi tekamülünde de farklı kazançlara ya da kayıplara yol açacağını her yaşanan günün sonucunda daha da iyi öğrenmeye başlamıştır. Buradan hareketle, bu bölümde Romalı edebiyatçı ve mitoloji yazarı Ovidius’un Metamorphoses (Dönüşümler) adlı eserinin ışığında, insan bedenine ve ruhuna sahip olmanın mitolojik dünyadaki anlamının daha gizemli köşelerine girilecek ve doğa ile insan arasındaki ilişkilerin farklı boyutları ele alınacaktır. 
4.1. Her şey değişir, Hiçbir şey yok olmaz
“Tekhne” sahibi insanların hatta tanrıların (pratik bilgiyle donanımlı) birbiriyle giriştiği öldüresiye rekabet bize Yunan mitolojisinin bir başka özelliğini daha gösterir. Bu özellik dönüşüm (metamorphosis) özelliğidir. Mitolojik ölüm, gelişimi asla durdurmaz. Bu düşünce, teknolojide hiçbir şeyin bitip tükenmediği, aksine hep bir başka şeye dönüştüğü ve böylece sürekli bir gelişim olduğu fikriyle paralel gider. Nasıl mı? Üstte kendisinden bahsettiğimiz Arakhne tanrıçaya kafa tutmasının bedelini bir örümceğe dönüşerek öderken, icatlarıyla ustası Hephaistos’un şimşeklerini üzerine çeken Talos bunun cezasını bir kekliğe dönüşerek çeker.
Tüm bu hikâyeler bize Yunanın başlangıçtaki doğa fikrini anlayabilmemiz için özellikle Yunan mitlerindeki doğa, ölüm ve ceza kavramlarının ne olduğunu ve mitolojideki dönüşümün ne anlama geldiğini çözümlemeye iter ki Yunanın mitolojik çağındaki doğaya yaklaşımını algılayabilelim. Bu aynı zamanda o dönemde Yunandaki ahlak anlayışını da değerlendirmemize de yol açacak bir algıdır.
Ünlü Romalı edebiyatçı Publius Ovidius Naso (İÖ 43-İS 17/18) Yunan mitolojisinin dönüşüm hikâyelerini bir araya getirdiği “Metamorphoses (Dönüşümler)” adlı eserinde, Yunanın mitolojik doğa anlayışını “omnia mutantur, nihil interit (her şey değişir, hiçbir şey yok olmaz)” diyerek birkaç kelimeyle açıklamıştır. Bu tek satırı çözümlemek, o çağın doğası, insanı ve diğer canlıları anlamlandırma çabasına vakıf olmak, özellikle insan bedeni ve ruhunun mitolojik gizemini çözmek demektir.

Resim 12: Ovidius
Çünkü bu ifade bize her şeyden önce her an devinen ve değişen canlı doğada, yaşam ve ölümün içiçeliğini, beden ve ruhun birbirine kenetlenmişliğini, doğada varolan bir şeyin asla yok olmayacağını gösterir. Bir şiir dizesi olan bu ifadeyi hafifçe silkelediğimizde harfler birden diğer dizelere doğru kaymaya başlar, ta ki bütün dizeler birbirine örülüne ve gökkuşağının bin bir menevişli rengine bulanmış, varlığın mucizevi biçim alışlarını yansıtan gizemli bir doğa tablosu yaratana değin. Doğanın her köşesi soluk alıp vermeye başlar; göğün mavisi, güneşin kızılı, ışığın sarısı, yaprağın yeşili birbirine geçer. Sonunda derin vadiler, ışık sızmayan ormanlar, sık dallı ağaçlar, kıvrıla kıvrıla akan dereler, hafif hafif esen meltemler, yedi kat açan güller birer büyülü beden oluverir gözümüzün önünde. Her bir görünüm, capcanlı doğanın kolu bacağı olur. Rüzgâr çıktığında iki yana sallanan ağaçlar gibi hareketli ve esnektir. Sınırlar kalkmış, her an ve her yerde bir şeyler başka bedenlere geçip can bulur. Varolan her şey değişir başkalaşır, asla ölmez. Ölüm ruhun kabuk değiştirmesidir, yok olmak değil. Ruh orada burada her an gezinir, kâh insan olur, kâh hayvan, kâh bir çiçek, kâh bir ağaç; bir kuş ya da bir taş, hatta bazen sadece bir ses.
Bu bağları çözülmüş doğa betimlemesi, başlangıçta insanın yüzüne serpilen su damlaları gibi ferahlatıcı görünür, ama başkalaşım örnekleri alt alta sıralandığında ve derin bir bakış açısıyla irdelendiğinde, gerçeğin hiç te öyle olmadığı anlaşılır. Her şeyden önce değişimin sürekli oluşu dikkatimizi böyle bir incelemeye sevk eder. Sonunda görülür ki bu doğada dönüşüm ya da başkalaşım gelişigüzel değildir, bedenlenmeler rastgele olmaz; aksine, doğanın mitolojik mantığı içinde her şeyin belli bir düzeni vardır ve değişim bu düzeni korumak adına gerçekleşir. Ölümsüzlük söz konusudur, ama nasıl bir ölümsüzlük? Her şey değişir, yok olmaz, ama nasıl bir yok olmama?
Başkalaşımın bu kendine özgü mantığını kavrayabilmek için, ilkin doğanın bedenlenmesine bakışlarımızı çevirmek gerekir. Hesiodos’ta olduğu gibi, Ovidius’ta da doğa Khaos’tan, yani o yüce boşluk, o gönül bulandıran burgaçtan yaşam alır ve bir anda Kosmos olarak bedenlenir. Başta, Gaia (Toprak) basılan zemin olur, yani doğanın ayakları. Sıra sıra sivrilen dağlar doğanın başı olup yükselir. Sonra doğadaki ilk başkaldırı gerçekleşir ve Gaia’dan, doğanın tepesi olan Uranos (Gökyüzü) ayrılır; ardından karaları kuşak gibi çeviriverir o koca deniz ve böylece doğa he yöne sere serpe yayıldıkça yayılır. Ardından ağaçlar, nehirler, tanrılar, insanlar ve diğer canlılar bu dekorda yerlerini alır. Kımıldamaz, biçimsiz, düzensiz ağır bir yığından, soluk alıp veren, zıtlıkları içinde barındırdığından hareketli olan düzene, başka deyişle, Kosmos’a geçiş böylece tamamlanır. Artık her şey kıpır kıpır, esnek ve eğilip bükülebilir haldedir. Bu hareketi ve yaşam soluğunu sağlayan kendisine içkin olan zıtlık yığınının kendisidir. Karanlıktan aydınlığa, sevgiden nefrete, sıcaktan soğuğa, ıslaktan kuruya, sevinçten hüzne, güzelden çirkine değişimler yaşanır; ama asla canlıdan cansıza geçilmez. Başlangıç vardır, ama son yoktur. Düzenin bozulmasını yok edecek her eylem, görkemli bir tepkiyle yanıt bulur ve asla Khaos’a geri götürecek bir düşünceye ya da harekete geçit verilmez. Çünkü doğanın yasası, her şeyi bir arada tutmaya yöneliktir; dağılmaya izin yoktur. Gerektiğinde, fırça darbeleriyle yaratılmış izlenimi veren bu hayal dünya birden akıl almaz şiddet gösterilerine sahne olup kendini her daim korur.
Kosmos’a geçildikten sonra, bütün canlılara hâkim olabilecek yapıda bir canlının doğması uygun görünür ve yaşanılan dünyanın çok daha iyi olması adına insan doğar. Ama ne olduysa bundan sonra olur ve insanın diğer canlılara göre ruhsal ve bedensel farklılığı “metamorphosis’in (dönüşümün ya da başkalaşımın)” habercisi olur. İnsan, tanrısal özle donanmış ruhuyla ve göğe ağan bedeniyle doğada dimdik duran tek canlıdır. Bu duruş, onu bütün diğer canlılardan ayırdığı gibi, buyurgan, isyankâr ve denetlenemez yapısına da bir davetiye çıkarır.
Metamorphosis’in özünü anlamamızda etkin olan bu dizeler, Ovidius’un zihninde insan bedeninin doğanın bütün biçim alışlarında en önemli belirleyici olduğunu ortaya çıkarır ve başkalaşarak bambaşka bedenlere dönüşmenin, insanın asıl bedeninden kopuş olduğunun altını çizer. Konuyla ilgili başkalaşım örneklerini tek tek seyrettiğimizde, aralarındaki nüans farklarına rağmen, hepsinde görülen ortak noktanın dik duruştan, aşağı bakan eğik duruşa geçişin sancısının duyumsatılmak istenmesi olduğu kavranır. Bu durum, Ovidius’un mitolojik dünyasına, bir ödül ve ceza kavramı getirdiğini, başka deyişle, başkalaşımın kendine özgü ahlak anlayışını yerleştirmek istediğini gösterir. Aslında buna insanın asıl doğasını korumaya yönelik bir önlem alış demek daha doğru olabilir.
Başkalaşımın düzenindeki ödül ve ceza hem insana, hem de insansal yanılgılara düşen tanrılara yöneliktir. Doğadaki yok olmamayı sağlayan sevgi bağını koparmaya yönelik her niyet ve her eylem karşıt bir tepkiyle yanıt bulup cezalandırılırken, bu bağı korumaya yönelik her niyet ve eylem, dönüştüğü bedenle anlamlanır ve ödüllendirilir.
Başkalaşan bedenlerin her birinin kendine özgü bir öyküsü vardır. Bu öyküden hareketle, başkalaşan bedenin önceki ve sonraki halinin özellikleri düşünüldüğünde, başkalaşım anlam kazandığı gibi başkalaşım nedeninin bir ödül ya da bir ceza, hatta belki de hem ceza, hem de ödül olduğu açığa çıkar. Sonuçta, doğanın içgüdüsü içinde, insanın ve hatta tanrıların nelere izinli olup, nelere izinli olmadığı da belirginlik kazanır.
Doğa, tanrısal özden pay alan ruhun yıkıma yönelik yanlış düşüncesini ve eylemini affetmez ve bedenleri bir hayvana ya da herhangi bir canlıya dönüştürerek yanıtlar. Ama özellikle insanın söz konusu olduğu dönüşümlerde, başkalaşım anında içine girdiği yabancı bedende insan, yine insan gibi düşünmesini sürdürür. İşte bu durum büyük sancıyı da beraberinde getirir ve başkalaşan beden ne sahiden insan olur, ne de sahiden hayvan.
4.2. Hayvan Bedeninde İnsan Aklı
Örneğin, Arkadya kralı Lycaon’un tanrıtanımazlığı, kana susamış ve isyankâr tavırları, kendisinin bir kurdun bedeninde yaşamaya mahkûm edilmesine yol açar.1 Başkalaşım anında, Lycaon’un giysileri bir post olur, kolları bacaklara dönüşür ve bir kurt görünümü kazanır. Ama bu dönüşen varlık insan gibi düşündüğünden, ilkin konuşmaya başlar, ama sonra aniden konuşmanın yerini uluma alır; köpük köpük köpürmeye başlar ağzı, eski huyu olan katletme tutkusuyla koyunlara saldırır, kana susamışlığından aldığı zevk kat kat artar. Bu yeni bedende hala insan bedeninden izler vardır. Örneğin, Lycaon hala kır saçlıdır; suratı hala o korkunç vahşi biçimini korumaktadır; gözleri de hala ateş solumaktadır; ama artık bu varlık ne kurttur, ne de insan. Başka deyişle, artık o ne başka biridir, ne de kendisi. Bu iki beden arasında sürekliliğini koruyan tek şey, yabancı bedene geçişe neden olan Lycaon’un kan dökmekten keyif alan ruhudur. Bir tek bu huy değişmez ve hatta Lycaon bu isteğini bol bol giderebileceği özellikte bir hayvanın bedenine sahip olur. Kişinin görünmez karakteri, iç yaşantısı, başkalaşan bedene yansımıştır ve en önemlisi kişi hala insan aklına sahip olduğu için, girdiği bedendeki tutsaklığının farkındadır, ama tuzağa düştüğü bu bedene sadece içten bakabilmekte, dıştan ne durumda olduğunu görememektedir.

Resim 13: Odysseus ve domuza dönüşen arkadaşları
Benzer bir olay, büyücü Kirke’nin adasında, Odysseus’un adamlarının geçirdiği başkalaşımda yaşanır. Adasına çıkan konuklarını büyük bir konukseverlikle karşılayan Kirke’nin dost canlısı tavrına kanan gemiciler, büyülü otlarla hazırlanan şarapları içtikçe içerler. Sonunda doymazlık, sınır tanımazlık dönüşümü başlatır; adamların hepsi birer domuz olur. Bu başkalaşımı yaşayan ve daha sonra bu durumundan kurtulan ve yeniden insan olan Macareus’un anlattıkları, açıklamaya çalıştığımız konuyu kanıtlar nitelikte iyi bir örnektir:2 
Tanrısal eliyle bize sunduğu içki kupalarını aldık,
bir dikişte içtik susuzluktan kavrulmuş dudaklarımızla,
tam o anda (utansam da yine de anlatacağım),
o korkunç tanrıça değneğiyle dokundu başımızın tepesine,
kıllarım çıkmaya başladı birden, diken diken,
konuşamaz oldum, kelimeler yerine boğuk boğuk hırıltılar çıkarmaya başladım,
bedenim yüzümle birlikte yere eğildi bütünüyle,
hortum gibi uzayıp sertleştiğini hissettim burnumun,
kat kat kas oldu boynum, şiştikçe şişti,
az önce dudaklarıma içki götürdüğüm ellerimle,
iz bırakır oldum artık yerlerde.
Çok geçmeden bir domuz ahırına kapatıldım,
aynı dönüşümü geçirenlerle birlikte (ne büyük bu büyünün gücü böyle!)
bir tek Eurylokhos’u gördüm orada, asıl insan haliyle:
bir tek o istememişti içki kupasını, verildiğinde eline.
Macareus’un yabancı bir bedene dönüşmesinde yaşadığı insani acı, utanç ve pişmanlık, insan bedeninden hayvan bedenine geçerken hissedilen güçsüzlük bütün ayrıntılarıyla duyumsatılıyor Ovidius’un bu dizelerinde. Bunun karşıtı durum, domuz bedeninden insan bedenine geçişte yaşanan huzur ve sevinci de Makareus’un dönüşümünde bütün çıplaklığıyla yaşıyoruz: Odysseus, Kirke’nin isteğini yerine getirip onun eşi olmayı kabul edince, büyücü kadının bütün öfkesi diner ve bir düğün armağanı olarak Odysseus’un dostlarını yeniden insan biçimine dönüştürür. Bu dönüşümü de şöyle nakleder Macareus:3 
Hiç bilmediğim otlardan şifalı sular serpti bu kez üstümüze,
çevirdi değneğini vurdu tepemize,
büyülü sözler söyledi, tamamen ters az önce söylediklerine.
Söyledikçe de biz yerden kalkıp başladık dikilmeye,
kıllarımız döküldü, toynaklarımız yeniden ayak oldu,
omuzlarımız yerine oturdu, kollarımız da önceki haline büründü;
ağlaşarak sarıldık Odysseus’la birbirimize,
boynuna atıldık önderimizin, az önce ağzımızdan hiç çıkmayan kelimeler
bu kez ona duyduğumuz saygımıza tercüman oldu.
İnsan olmaktan çıkmak, dik duruşu ve insanca sesi yitirmektir. Bu iki örnekte gördüğümüz ve bunlar gibi pek çok değişim öyküsünde tanık olduğumuz gibi, insan olmak, dik duran bir insan bedenine sahip olmak ve kendini ifade yetisine sahip olmakla eş tutulmaktadır. İnsan olmaktan çıkmak da bu iki yetinin kaybı olarak görülür. Başkalaşım sırasında hayvana dönüşen insanın kendi görüntüsünü yitirmesi, girdiği bedenin içinden hissedip dışardan kendisine bakamaması, sonuçta tavırlarına hâkim olamaması insan duygulanımının hayvan bedeniyle ayaklar altına alınmasıdır. Ona dışardan bakan, onun o olduğundan habersizdir ve ona yabancıdır; kişinin kendisi de kendisine tamamen yabancıdır.
Modern yorumcuların belirlenimine göre, insanın bireysel kimliğinin iki önemli görünümü vardır: Adı ve sesi. Ovidius’un insanın hayvana dönüştüğü öykülerinde bu iki görünüm de silinir. Yabancı bedene giren kişinin, onu diğerlerinden ayıracak ve insan olduğunu duyumsatacak ne adı vardır, ne de sesi.


Resim 14: Geyiğe dönüşen Aktaion
Avcı Aktaion, derede yıkanan tanrıça Diana’yı çıplak gördüğü için tanrısal gazaba uğrayıp konuşma yetisini yitirir ve yavaş yavaş bir geyiğe dönüşür. Kafasında boynuzlar çıkar, kulakları geyik kulaklarına dönüşür, elleri de ayakları olur. Bütün derisi benek benek olur. Yüreğine de ürkek bir geyiğin korkusu ekilir. Hızla koşmaya başlar birden, ne olduğunu anlamadığından niye bu kadar hızlı koşabildiğine şaşırır kalır. Berrak bir su birikintisinde kendini gördüğünde ancak başına geleni anlar. “Ah zavallı ben!” demeye yeltenir, ama hiçbir kelime dökülmez dilinden, sadece inler; inlemesi söz olur ve birden yanaklarından yaşlar boşalır, ama o yanaklar da onun değildir artık. Değişmeden kalan sadece zihnidir (3.201). Şimdi ne yapmalıdır, insan gibi eski evine mi gitmelidir, yoksa geyik olduğunu kabul edip ormana geri mi dönmelidir. Utanç bir yanda, korku bir yanda, öylece kalakalır. Ama bu durum da uzun sürmez. Uzaktan köpeklerinin kendisine doğru hızla koştuklarını görür. Ne yapacağını şaşırır ve bir zamanlar kendisinin o sadık köpekleriyle av peşinde koştuğu yerlerde bu kez kendisi bir av olup koşmaya başlar. “Aktaeon’um ben! Sahibinizi tanımadınız mı?” diye çığlık atmak ister büyük bir özlemle. Ama sözlerini bu özlemini gideremez (3.230). Çünkü köpeklerinin karşısında Aktaeon adında bir beden yoktur artık. Köpekler sırtına çullandığında ve hepsi birer parça koparmaya başladığında ise geyik bedeninden öyle bir inilti çıkarır ki, insanca olmadığı gibi tam bir geyik olmadığı için de geyik sesi bile değildir bu inilti; ama bu inilti dağların ta doruklarını titretir. Tanrılara yakaran bir insan misali dizlerinin üstüne çöker, sessizce döndürür yüzünü köpeklerine. Yardım ister gibi uzatmak ister kollarını. Bu arada yaşanan bu felaketten habersiz arkadaşları Aktaeon’u aramakta ve Aktaeon diye bağırıp yanlarına çağırmaktadır, sanki o çok uzaklardaymış gibi. Aktaeon, adını duyar duymaz sesin geldiği yöne çevirir başını. Arkadaşları böyle bir avı kaçırdı diye Aktaeon’un orada olmamasına söylenip dururlar. Keşke gerçekten orada olmasaydı, ama heyhat oradadır. Keşke hiç görmeseydi, hiç hissetmeseydi köpeklerinin vahşi ısırıklarını.4
Ruhun bir hayvanın bedenine geçtikten sonra, insan bedenindeki kendini ifade etme özgürlüğünü yitirişi yabancı bedenin içinde attığı çığlıkla kendini belli eder. Ama bu çığlık zihinsel bir çığlıktır, dışa yansımaz. Kollarını, bacaklarını insan bedeninde olduğu gibi, rahatça oynatmak ister, ama oynatamaz. İç sıkıcı bir kısıtlanmışlık, bir sınırlanmışlık söz konusudur. İnsanken, başka bedene geçmek üzere olan ya da geçmiş olanların tek düşündüğü, kendilerinin birer zavallı olduğudur. Kişilerin aklını başından alan mükemmel bir biçim, yerini daracık bir meskene terk etmiştir.
4.3. Narkissos’un Kibri
Berrak bir pınarın sularına yansıyan hayalini gördüğünde aklı başından giden Narkissos ne kadar haklıdır kendine aşık olmakta. Ama onun öyküsünde de insanken insan olmanın anlamını bilmezlik söz konusudur. Oysa daha doğduğu anda kusursuz bir güzelliğe sahiptir Narkissos. Hatta o kadar ki o yıllarda bir su perisi bile âşık olmuştur ona. Bir biliciye sorar anası, olgunluk yaşlarını görebilecek mi diye; bilicinin yanıtı kısa ve çarpıcıdır: “Eğer kendini hiç tanımazsa (3. 348).” Boşa konuştuğu sanılır bilicinin yıllar yılı. Ama umulmadık bir olay biliciyi haklı çıkarır: Narkissos 16 yaşına geldiğinde, genç bir adam oluverir. Birçok genci ve genç kızı kendisine âşık eder. Bir gün bir genç kızın ahını alır ve kız tanrılara şöyle yakarır: “Öyle âşık ol ki bir gün, âşık olduğunu asla elde edeme. (3. 405).”

Resim 15: Narkissos
Ama Narkissos o kadar kibirlidir ki, hiçbir genç kızı ya da oğlanı görmez gözü; hatta kendini bile. Bir gün bir sesin peşine takılır, ormanın derinlerine sürüklenir. Gümüş gibi ışıl ışıl dupduru bir pınar çıkar karşısına. Kıyısına uzanır yavaşça, eğilir suya ve o anda gördüğü güzellik karşısında dili tutulur. Bir süre sessiz kalıp sadece bu yansıyı seyreder şaşkınlıkla. Yansı da konuşmadan aynı ifadeyle ona bakar. Biraz daha eğilir, gözlerine bakar, sonra lüle lüle saçlarına, yumuşacık yanaklarına, mermer beyazı boynuna. Ümitsizce o hayali ister; istediği kendisidir. O hayali över; övdüğü kendisidir. O hayali ararken, kendisini arar. Öpmeye kalkar sonra, ama o hayal bu kez su olur dudaklarından akar; ellerini uzatıp yakalamak ister, yalnızca hayalin boynuna değebilir. Gördüğünü, tanımaz, bilmez. Ama gördüğü neyse, onun için yanıp tutuşur. Şöyle der Ovidius:
“ Ah budala çocuk! Aradığın şey hiçbir yerde; dönsene kendine, dön bak; hayran olduğun şey, orada olmayacak ki döndüğünde! Baktığın şey sadece bir hayal, yansıyan bedeninden bir gölge; kendi bedeni yok ki onun. Seninle gelir, seninle kalır, seninle gider, tabii sen gidebilirsen. Ama nafile, ayıramaz gözlerini o boş, o bedensiz hayalden; gözleri erir gibi akar o görüntüye. Söyleyin ey ormanlar, der, benim kadar sevdi mi hiç kimse burada böyle; yüzyıllardır buradasınız söylesenize! Büyülendim bu biçime, işte görüyorum, ama beni büyüleyeni göremiyorum ve bulamıyorum. Bütün genç kızların âşık olduğu ben, şu sudaki çocuk gibi hiç ışık saçmıyorum. Hiç bu kadar dostça bakmadım. Güldüm mü gülüyor; gözlerimden yaş süzüldüğünde onun da yanaklarından damla damla akıyor yaşlar. Konuşunca dudaklarını kıpırdatıyor, ama hiç sesi gelmiyor kulaklarıma. Tanrım, bu benim! Bunu hissediyorum, kendi hayalim bu biliyorum. Kendime olan aşkımdan yanıp tutuşuyorum. Ne yapacağım şimdi, ağlamam mı gerekir, ağlayan ben olduğum halde? Arzulamam mı gerekir, kendimi arzuladığım halde? Ölüm ne ki artık benim için, sevdiğimle birlikte yaşayacağıma göre! Bir bedende soluk alacağıma göre! Yeniden aynı hayale bakar ve gözyaşları akar suya, bu kez bulanır hafifçe sular, hayal de karışır aralarına. Giden hayalin ardından, yazık, o da suya süzülür; insan biçiminden kopar ve dışı bembeyaz yapraklarla kaplı sarı bir nergise dönüşür.”
Bir çiçek bile olsa insandan dönüşen ruh, ölümsüzlüğü o kusursuz insan bedeninde yaşamayı özler; Apollo’yu, bir tanrıyı bile ardından koşturan, o muhteşem siluetin içinde; meltemlerle savrulan o dağınık, upuzun saçların, o incecik bileklerin, o kar beyazı omuzların ve ışıl ışıl yanan gözlerin; yani şiddeti estetiğe dönüştürecek kadar etkili o mükemmel biçimin.
Uygulamalar
Doğadaki yaşam ve ölüm ilişkisini sorgulayın.
Mitolojide doğa, yaşam ve ölüm hakkında modern kaynaklardan bilgi edinin ve bu konuları irdeleyin.
İnsan aklı ve bedeni ile hayvan bedeni arasında vurgulanan çelişkiyi sorgulayın.
Öğrenilen hikâyelerin ışığında mitolojideki ahlak hakkında bir makale kaleme alın.
Uygulama Soruları
Mitolojide insan aklı, bedeni ve ruhu nasıl algılanır?
Dönüşüm hikâyeleri hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Arkadya kralının dönüşümündeki ahlaki detaylar hakkında fikirleriniz nelerdir?
Odysseus’un adamlarının dönüşümü hakkında nasıl bir fikir edindiniz?
Narkissos hikâyesindeki ahlaki detaylar hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Bölüm Özeti
Homeros, Hesiodos ve onların bir anlamda Roma’daki temsilcisi Ovidius’un mitolojik eserleri, felsefi açıdan değerlendirildiğinde, insanın mitolojik zihin katmanıyla kendisini, aklını ve doğayı keşfetme süreci hakkında bilgi edinebileceğimiz en önemli kaynaklardır. Bu süreç anlaşılmadan, felsefe yoluna çıkılmaz. Çünkü Batı Felsefesi bu yola birdenbire çıkmamıştır, görüldüğü üzere bir dolu hikayeyle önce kendi içindeki doğayı, sonra da dışındaki doğayı tanımakla işe başlamıştır. Bu tanıma sonucunda mitolojik düşünen zihin doğada varolan hiçbir şeyin yok olamayacağını, bambaşka bir şekilde de olsa varolmaya devam edeceği yargısına varmış ve bu yargısını değişik hikayelerle dile getirmiştir. Bu hikayeler doğadaki varoluşun sürekliliğini vurguladığı gibi, insan bedenine ve ruhuna sahip olmanın ne anlama geldiğini de gözler önüne sermektedir.
Kaynakça