1. FELSEFE DOĞARKEN
Giriş
Felsefe tarihinin ilk dönemi olan İlkçağ (Antikçağ) felsefesinin kökleri, Yunan mitolojisinin şairleri Homeros ve Hesiodos’un destanlarından itibaren dallanıp budaklanır; çünkü bu destanlar insan zihninin ilk katmanı olan mitoloji ve Yunan toplumunun mitolojik düşünme aşaması hakkında bilgi veren temel kaynaklardır. Buradan hareketle, bu ilk bölümde felsefenin etimolojisi ve felsefe tarihinin dönemleri üzerine kısa bir bilgi aktarımından sonra, Hesiodos’un destanından hareketle felsefenin ilk uğraş sahası olan evreni anlama çabasının başlangıç noktası olan mitolojik evren anlayışı incelenecektir.
1.1. Felsefenin Dönemlerine Kısa Bir Bakış
Türkçe felsefe teriminin kaynağı Yunanca philosophia kelimesidir. “Philo- (sevme)” ve “sophia (bilgi, bilgelik)” kelimelerinden türeyen bu kelime, “bilgelik sevgisi” anlamına gelir. Felsefeci ya da filozof olarak Türkçeleşen terimler ise Yunanca philosophos kelimesinden gelir. Philosophos, “bilgeliği seven ya da bilgelik dostu olan kimse” anlamına gelir ve “philos (seven)” ve “sophos (bilge)” kelimelerinden türer. Dolayısıyla, felsefesinin sistematik temelleri Yunan’da atılmıştır ve günümüze değin süregelen tüm Batı felsefesinin kaynağını Yunana özgü düşünme biçimi oluşturmuştur.
Batı Felsefesi, “İlkçağ ya da Antikçağ Felsefesi, Ortaçağ Felsefesi, Çağdaş Felsefe” olarak kabaca üç döneme ayrılır.
İlkçağ ya da Antikçağ Felsefesi, Yunan-Roma dünyasının felsefesidir ve Miletoslu Tales (İÖ 620-546) ile başlayarak Roma İmparatorluğunun düşüşüne kadarki dönemi kapsar (yak. İÖ 600–İS yak. 400).
Ortaçağ Felsefesi, 1400’lerin geç dönemine ve Rönesans’a kadar uzanır.
Çağdaş felsefe, 16. yüzyıldan, 20. yüzyıla kadar sürer.
Bu dersin konusu olan İlkçağ felsefesi temelde üç döneme ayrılır:
Sokrates-Öncesi Dönem
Platon ve Aristoteles Dönemi
Aristoteles Sonrası Dönem ya da Hellenistik Dönem.
Bu üç döneme bazen Yeni-Platoncu Dönem ve Geç Antikçağ Döneminin Hıristiyan Yazarları da dördündü bir dönem olarak eklenir.
İlkçağ felsefesinin niteliklerini, amacını ve önemini anlamadan, felsefe tarihinin diğer dönemlerini anlamak, başka deyişle felsefeyi anlamak olanaksızdır. Ayrıca en başta şunu da belirtmek gerekir ki, felsefe en geniş tanımıyla insanın düşünce serüveniyse ve insan da düşüncesini diliyle ifade edebilen bir varlıksa, felsefeyi doğru dürüst kavraması için doğduğu kaynağın dilini, yani eski Yunanca’yı felsefi boyutta bilmek zorundadır; ardından da mirasçısı Roma’nın dilini, yani Latince’yi. Çünkü her disiplinin kendine özgü bir dili olduğu gibi, felsefenin de kendine özgü bir dili, yani terminolojisi vardır ve Batı Felsefesinin dili Yunanca ve Latince’dir. Öyleyse felsefe öğrenimine yeni başlayan kimse, işi sıkı tutup başlangıçta bu dilleri de öğrenmek için zaman ayırırsa, ileride tüm felsefe eserlerini ana dillerinden okuyabileceği için felsefi kavramların etimolojik kökenine birebir vakıf olma ve sonraki dönem düşünürlerinin ve felsefelerinin dilini de daha rahat anlama ve yorumlama imkânına kavuşmuş olacaktır.
İlkçağ felsefesi, bizim Ege sahillerimiz olan Ionia’nın antik bir liman kentinde, Miletos’da (Milet) doğmuş ve civar kentlere yayılarak genişlemiş ve gelişmiştir. Felsefeyi doğuran soru ise “Arkhe nedir?”, yani Türkçe deyişle, “evrenin başlangıç ilkesi nedir?” sorusu olmuştur. Bu soruyla birlikte insanoğlu, doğa ve insanla ilgili kendisine evvelce öğretilen her şeyi, tüm masalları ve tüm gelenek görenekleri bir tarafa bırakmış ve bunların hiçbirinin kendisini zihinsel anlamda tatmin edemeyeceğini kanıtlamıştır. Başka deyişle, insanoğlu bu soruyla mitolojinin kendine sunduğu cevapları kabullenmediğini belirtmiş ve hem kendini hem de doğayı salt kendi aklıyla anlamaya ve değerlendirmeye doğru büyük bir adım atmıştır.
1.2. İlkçağ Felsefesinin Kökeni
İnsanoğlunun kendini ve doğayı tanıma merakı, ilkin kendi zihninin ilk katmanını keşfetmesiyle başlar. Bu katman mitoloji katmanıdır ve mitoloji insanoğlunun ilk düşünme biçimidir. Bu yüzden mitolojik düşünce çözümlenmeden, zihnin en üst düşünce biçimi olan felsefi düşünüşü kavramak ve bu katmana ulaşmak çok güçtür. Dolayısıyla, İlkçağ felsefesinin özünü kavramak için her şeyden önce Yunan şairlerinin kurduğu mitoloji dünyasını bilmek ve bu dünyanın İlkçağ’ın doğa düşünürleri (physiologoi) için ne tür malzemeler sağladığını görmek gerekir.
Yunan mitolojisi, Yunanın adeta dinidir ve bu din şair Homeros (İÖ yak. 850) ve Hesiodos’un (İÖ yak. 750-650) günümüze kalan şiir şeklinde yazılmış destanlarında gizlidir. Tam 10 yıl süren Troia (Troya) Savaşının anlatıldığı Homeros’un destanlarının adları “Ilias (Ilion’un Şiiri)” ve “Odysseia’dır (Odysseus Destanı)”; Hesiodos’un destanlarının adı ise “Erga kai Hemerai (İşler ve Günler)” ve “Theogonia’dır (Tanrıların Doğuşu)”.
Birbirine örülü mitolojik masallardan oluşan bu destanlar ilk kez okunduğunda, içlerindeki bir sürü tanrı ve bir sürü insan adıyla kafa karıştırıcı bir izlenim verir ve felsefeyle pek alakalıymış gibi görünmez. Ama daha derin bir okuma sürecine tabi tutulduklarında, görülecektir ki, bu destanların her bir dizesi aslında Yunan toplumunun tüm özelliklerini, adetlerini, gelenek ve göreneklerini, inançlarını, meraklarını, sorgulamalarını ve ideallerini ortaya koymakta, dahası Yunanın tüm duygu durumlarını, sevinçlerini, üzüntülerini, aşklarını, nefretlerini ve bunun gibi tüm tutkularını en ince ayrıntılarına kadar açığa vurmaktadır. Bu durum bize Batı felsefesinin neden Yunan toplumundan ya da Yunan aklından çıktığını açıklar. Çünkü bu destanlar Yunan aklının ve ruhunun en derin köşelerini bizlere gösteren birer ayna konumundadır ve Yunan dünyasının ve kültürünün tüm özellikleri bu şiirlerin içeriğinde, kahramanlarının sözlerinde ve davranışlarında yer almaktadır. Bu destanlarda yaşanan olaylardan, bu olayları yaşayan insanların bakış açılarındaki detaylardan, karşılaşılan sorunlara yaklaşımlardan ve getirilen çözümlerden çıkaracağımız en önemli bilgi, Yunan aklının en başından itibaren meraklı, sorgulayıcı ve yaratıcı bir doğasının olduğudur.
Mitolojik Yunanının gözünde tüm doğa, Olympos dağının tanrılarının eseri olmakla birlikte ve dolayısıyla her yer ve her şey tanrılarla dolu olmakla birlikte, yine de doğanın özünde insanın diğer canlılardan daha özel bir yeri vardır. Çünkü insan akıllı bir varlıktır; her ne kadar bu akıl o dönemde çok farklı değerlendirilip tanrıların bir lütfu olarak görülse de. İnsanoğlu akıl varlığı olduğu için farklıdır, çünkü doğaya baktığında diğer canlıların görmediğini görme, merak etmediğini merak etme özelliğine sahiptir; bunun yanında diğer canlıların yaşamlarını sürdürmek için hazır buldukları ortamı insanoğlu kendi yaratmak zorundadır, diğer canlıların içgüdüleriyle buldukları besini, insanoğlu kendisinin icat ettiği aletlerle bulmak zorundadır. Yağmur yağdığında sığınacağı bir barınağı, korunacağı bir giysisi olmalıdır; düşmanlarıyla karşılaştığında kendini, ailesini, çevresini, toplumunu koruyacağı savaş araç gereçleri de olmalıdır, başka ülkeleri keşfetmek için çıkacağı yolculuklarda gerek karada giden, gerekse denizde seyreden vasıtaları da. Bu yüzden her şeyden önce doğanın sırlarını çözmeli ve onun hakkında bilgi edinmelidir. Çünkü kendi yaşamını sürdürebilmesi ve en azından temel gereksinimlerini karşılaması bu bilgiye bağlıdır. Öyleyse insanoğlu doğayı bilmeye doğuştan yazgılıdır. Öyleyse insanı diğer canlılardan ayıran akıl, mitolojik dönemden itibaren hem onun için bir lütuf, ama aynı zamanda trajik yaşantısının da en önemli başlangıç noktasıdır.
Yunanın mitolojik dönemi soyut düşüncenin henüz gelişmediği bir dönem olmasına rağmen, yine de Yunan insanı gelişkin bir merak duygusuna ve yüksek sezgi gücüne sahip olduğundan, özellikle Hesiodos’tan başlayarak doğanın görünür yüzünden öte, görünmeyen yüzünü de öğrenmek istemiş, böylece ona daha fazla hâkim olabileceğini sezmiştir. Bu yüzden mitolojik dönemde bile çocukça bir merakla kendi kendine “Evren nasıl doğdu?” şeklinde oldukça naif bir soru sormuş ve bu soru onu evren doğum şemalarını çıkarmaya, daha doğrusu Yunanca deyişle “kosmogonia (κοσμογονία ya da κοσμογενία= Evrenin Doğumu)”1 üzerine kuramlar geliştirmeye yöneltmiştir. Bu şemalar ya da kuramlar sonradan Ionia felsefesinin evren tasarımına modellik edecektir.
1.3. Khaos’tan Kosmos’a Geçiş Sancısı
Hesiodos’un Theogonia adlı destanındaki evrenin doğum şeması “kaos-kosmos” karşıtlığıyla açıklanmıştır. Hesiodos eserinin 116-120 dizelerinde “her şeyden önce varolan, khaos’tu (χάος),” diyerek şairce bir sezgiyle aslında evrenin kökeninin “khaos” olduğunu belirtmiş, sonradan Thales’in ve onunla başlayan Miletos Okulu’nun ilk felsefe sorusu olan “arkhe nedir? (evrenin başlangıç ilkesi nedir?)” sorusuna mitolojik bir yanıt vermiştir. Khaos, Yunanca’da “khasko (khaskein, khasmasthai)” fiilinden türemiştir. Anlamı, “esnemek, yarılmak, açılmak ya da bir şeyi doğurmak üzere esneyip açılmak”tır. Khaos kelimesi ise “boşluk, açıklık, esneyen yarık, uçurum” anlamlarına gelir ve tüm varlıkların boşluktan ya da bilinmeyen büyük bir uçurumdan sıçramış olduğunu ima eder.
Khaos’un karşıtı, en geniş anlamıyla “düzen” olarak çevrilebilecek olan “kosmos’dur (κόσμος).” Bu terim “düzenlemek, ayarlamak” anlamına gelen “kosmeo” fiilinden türemiştir. Ama Yunanlar için “kosmos’un” ilk anlamı sadece “düzen” değildir; çünkü kosmos “dini yücelik” anlamını da içerir. Dini yücelikte hayranlık uyandırıcı bir “harmonia: uyum, biçimlilik, güzellik ve yasalılık” vardır ve aynı zamanda karmakarışık “kaos’a” karşıt olarak “anlaşılabilirlik ve açıklanabilirlik” söz konusudur. Ayrıca, “kosmos”, Yunanca’da, “saygınlık, onur,” hatta “devlet düzeni” ve son olarak da “süsleme, bezeme”2 anlamlarını da içerir. Geç dönemde ise bu terimin anlamı iyice genişlemiş ve “bilinen ve yerleşilen dünya; şu an üzerinde yaşadığımız dünya” olarak da kullanılmıştır3 Biz kosmos’a bu anlamda “düzenlenmiş evren ya da düzenli evren,” demeyi daha uygun buluyoruz.
Yunan düşüncesinde “khaos” terimiyle ilk sıcak ilişkiyi kurduğumuz Hesiodos destanına baktığımızda, kendimizi adeta bir tiyatro sahnesinde oynanan bir piyesi izler halde buluruz ve kaos’tan, kosmos’a, daha doğrusu “esneyen o kocaman yarıktan”, “düzenli evrene” nasıl gidildiğini adım adım ve canlı bir şekilde gözlemleriz.
Bu “khaostan, kosmosa” geçiş piyesinin ilk aşamasında sahne bomboştur, henüz hiçbir tanrı ve insan rol almamaktadır. Ne Yunan’ın Olympos dini vardır ortalıkta, ne cengâver kahramanları; ne sosyal ve kültürel yaşamı ne müthiş savaşları ne de düşünsel öğretileri. Sonra yavaş yavaş sahne hareketlenmeye başlar ve üzerinde doğanın düzenini (yani kosmos’u) oluşturacak olan üç öğe beliriverir. Hesiodos’un yüklediği sıfatlarla söyleyecek olursak bu üç öğe şöyledir:
İlkönce var olan: Khaos
Geniş bağırlı toprak: Gaia (Gaia eyrysternos)
İnsanın elini ayağını çözen: Eros (Arzu).
Bu öğelerle birlikte o ana kadar karanlık ve gizemli tanımlamalarından, zihnimizde bir yer bulup oturtamadığımız ve sadece gönül bulandıran bir burgaç olarak gördüğümüz “khaos,” yaşayan, soluk alan, adeta tanıdık bir varlık haline dönüşüverir.
Evrenin bu ilk eskizleri saf öznedir, yani kendi kendilerine varolmuştur ve kendi kendilerini hareket ettirip yönetir. Varlıkları doğuracak bütün güç her birinin içinde gizlidir ve her biri bir başlangıçtır. Bunların oluşumu başka bir şeye bağlı değilken, bunlardan çıkan her şey onlara bağlıdır.4
Bu öğelerin ilki olan “Khaos” evrenin kurucu öğelerinin henüz ayırt edilmemiş karışımıdır (sygkhysis stokheiron); düzeni olmayan, biçimi olmayan ve henüz tek tek şeylerin (varlıkların) farklılaşmamış başlangıcıdır. Aristoteles, Hesiodos’un Khaos’unu yorumlarken onu “boş yer (topos)” ya da “küçük mekân, yer, oda (khora)” olarak tanımlar.5 İÖ 6. yüzyılda “boşluk” sözcüğünün “hava” ile eş anlamda kullanıldığını gördüğümüzde, Hesiodos’un Khaos’tan “yer ile gök arasındaki havayı” anladığını çıkarıyoruz.6 Hesiodos “Theogonia’nın” 700. dizesinde bu çıkarımı destekler nitelikte “Khaos Zeus’un ve Titanların savaşında muazzam bir sıcaklıkla doldu,” diyerek hem savaşın hiddetini, hem de zihnindeki khaos’un yerini belirtmiştir. Hesiodos’un bize sunduğu tabloda, bu dizelerdeki Khaos’un neliğine, diğer öğelere yüklenen sıfatların özellikleriyle kıyaslamalar yaparak, ilk başta dilsel bir sezgiyle erişebiliyoruz; çünkü Hesiodos bu konuya herhangi bir açıklama getirmiyor.
Ama Khaos’tan, derinliklerin ışıksız karanlığının, Erebos’un doğmasından ve her şeyden önemlisi Khaos’un bunu başka bir varlığa ihtiyaç duymadan, kendiliğinden yaratmasından, Hesiodos’un Khaos’unun doğurma ve başka şeylere tesir gücüne sahip bir uçurum olduğunu algılıyoruz.7 Yunanlıların anlayışına göre, tesir etme gücüne sahip olma, “theos (tanrı)” olmayla eşdeğerdir. Buna göre, örneğin Korku (Deimos) tanrıdır; Terör (Phobos) tanrıdır; çekişme (Eris) tanrıdır; Adalet (Themis) tanrıdır, vb. İşte bu yüzden Yunanın mitolojik döneminde bu terimlerin her biri kişileştirilmiştir. Bu konuda Menandros, “güce sahip olan varlıklara, şimdi tanrı olarak tapınılıyor,” derken, bu anlayışı en iyi şekilde dile getirir. 8 Böyle düşünüldüğünde, Hesiodos’un Khaos’u, Homeros’un Okeanos anlayışına benzer; başka deyişle, bütün tanrıların genesis’i (varlığın çıktığı kaynak) olarak görülen, dünyayı çevreleyen tanrısal nehre.
Hesiodos’un kosmogonisinde, Khaos’tan sonraki ikinci element olan “Gaia”, Anadır. Yunancada “gamma” yani “g harfi’nden” türeyen sözcüklerin çoğunda (örneğin “gaia, genesis, gamete gibi “üreme, doğurma, döllenme eylemi”) özellikle dişil varlığın yaşadığı o kritik an ve çektiği acı ve güçlük söz konusudur.
Hesiodos’un, “tüm varlıkların güvenli ve ölümsüz evi olarak ortaya çıktı,” dediği geniş göğüslü Gaia (Toprak) halk dilinde “toprak” anlamına gelir. Yunan kosmolojisinde “Toprak Ana” anlamını kazanır. Her türlü varlığın, yani bitki, hayvan ve insanın anasıdır. Gaia biçimli bir anadır, hatta kendi gövdesini dağlar ve denizler olarak biçimlendiren bir anadır. Dağlarının yüksekliği, yeraltına uzanan bir derinliği vardır. İlkin göğe yükselttiği dağlarıyla Olymposlulara bir konaktır, sonra da aşağı doğru daldırdığı derinlikleriyle Titanların ve Yeraltı tanrılarının (hypokhtonioi) konağıdır.
“Gaia” bu şekilde göğe ve yere yayılırken, zıtlığı da beraberinde getirir. Dağların karlı doruklarının aydınlığı, Yeraltının loş tabanı arasında gerilir; yani “aydınlık ile karanlık” arasında. Gaia, Khaosla birlikte varolmak zorundadır. Bu ikili, madde ve mekân gibidir; birbirlerine zıttır, ama bir yerde birbirlerini destekleyen ve birbirini sarıp sarmalayandır; bunlar birbirlerine göre tanımlanırlar. Her ikisi de yaratıcıdır, ama her ikisi de soylarını birbirine karıştırmadan, kendi içlerinden çekip çıkarırlar.
Üçüncü ana öğe olan “Eros”, Khaos ile Gaia’yı hem kendilerini koruyacak, hem de kendilerine cephe alacak başka bir şeyi doğurmaya sürükleyen gücü temsil eder. Dolayısıyla süreci başlatan bir kıpırtı, bir hareketliliktir, kısacası, çağdaş bir terimle ifade edecek olursak, bir enerjidir; elementleri önce birleştiren, sonra da birleştirdiklerini yeniden elementlerine ayıran bir enerji. Yunanca “sevgi, aşk” anlamına gelen “Eros”, Hesiodos’ta “arzudur.” İnsanların ve tanrıların üstünde bir güçtür bu arzu; bütün yaşayan varlıkların bağlarını çözmeyi başaran, katı olanı eriten bir arzu. Bu şekilde düşünüldüğünde, Eros “yaşamın ve kosmos’un ilk ilkesi’dir.” Eros’un ortaya çıkışı, Khaos’un ve Gaia’nın kendi içinden başka varlıklar çıkarmasıyla (parthenogenesis = cinsel bir ilişki kurulmadan yapılan doğum) somutlaşır.
Khaos’tan, Kosmos’a geçiş piyesinin en can alıcı sahnelerinden biri, Gaia’nın kendisinden “Uranos’u” çıkarmasıdır. Uranos, başka deyişle, “yıldızlı Gökyüzü” (Ouronos asteroeis) mitolojide Gaia’nın hem oğlu, hem de eşidir. Gaia, Uranos’u kendisini kaplayacak, her yandan sarıp sarmalayacak şekilde kendi içinden doğurur. Her ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır ve birlikteki zıtlıktır (Yeryüzü-Gökyüzü). Mitolojide her hareket, karşı hareketini de üretir. Bu yüzden Uranos’u çıkaran Gaia bu kez, akışkan karşıtını da çıkarır, yani dalgalarla kabarmış denizi, “Pontos’u;” bazen saydam bir durulukta, bazen de fırtınalarla kargaşalar yaratan o ürpertici denizi (Yeryüzü-Gökyüzü-Deniz).
Ama Kosmos aşamasının bu anında, birdenbire Uranos’un kendisine özgü bir davranış sergilediğine ve kendi yaşam çizgisini belirlediğine tanık oluruz. Uranos hak ettiğinden daha fazla güç isteminde ve gösterisinde bulunur. Bunun sonucunda kendisini doğuran ve birleşip birçok varlık (Titanlar, Kyklopslar gibi) ürettiği Gaia’ya karşı tavır alır. Bu tavır sonucunda Gaia’dan doğan çocuklarını ışığa çıkartmayıp Gaia’nın dölünde bırakır.
Bu karar ilk bireysel karardır ve ilk bireysel karar, Toprağın (Gaia’nın) sarsıcı şiddetiyle karşılanır. Art arda üreyen çocuklarının içinde kalması Gaia’nın büyük sancılar çekmesine, çektiği acılar da sonsuz gerilime neden olur.
Uranos’un bu cüretkârlığına daha fazla dayanamayan Gaia, oğluyla (Kronos: Zaman) bir olup babasını erkekliğinden etme kararı alır. Belleklere kazınacak derecede etkin olan bu sahnede, kozmik bir orak darbesiyle Gökyüzü, Yeryüzünden kusursuz bir simetriyle ayrılır ve bu ayrılış, doğanın yer-gök dengesine kavuşmasıyla birlikte yeni başlangıçlara doğru sonlanır. Bu denge “kosmos’un”, yani “görünür olanın, açıklanabilir ya da anlaşılabilir olanın” kendisidir. Ama bu sahne aynı zamanda, Yunan mitolojisinde “ego’nun (ben’in)” ortaya çıkışının ve ilk hilekârlık gösterisinin de sergilenişidir. Bu an, ortak yaşamın bırakılıp bireysel yaşama geçişin ilk anıdır.
Hesiodos’un tiyatro oyunu bu aile dramıyla büyük bir hareketlilik kazanır ve “kosmos’un” temel taşı döşenmiş olur (Yeryüzü-Gökyüzü-Deniz-Zaman = Kosmos, yani düzenlenmiş Evren). Sahne artık tek tek tanrıların doğumlarına, onların öykülerine ve her şeyden öte Eros (sevgi) ve Eris’in (nefret) yol açacağı tanrıların savaşlarına ve insanın aklını keşfetmesiyle birlikte yaşanacak başkaldırılara hazırdır. Artık o boşluk, o uçurum, o dipsiz karanlık yoktur; doğa bölüştürülmüş, her şeyin ve herkesin yeri yurdu ve gücü belirlenmiştir; artık tanrılar Olympos dağının sakinleri, insanlar yeryüzünün yurttaşlarıdır. Dolayısıyla, mitolojideki kosmos, yani düzen sağlanmıştır.
Görüldüğü üzere, evrenin ilk halinin mitolojik bir haritasını çıkarmaya çalışan Hesiodos’un bu metni, İlkçağ felsefesinin mimarları olan Ionia doğa düşünürlerinin doğa-üstünü, doğal hale getirme girişimlerinin ve “kosmogonia tablolarının (=evrenin doğum tablolarının)” ana hatlarını oluşturur. İnsan zihninin ilk katmanının doğayı ve her şeyden önce kendisini tanımak için yarattığı bu metin, felsefeyi mitoloji olmadan anlamak hevesinde olan ve mitoslara yüzünde hafif ve alaycı gülümsemeyle bakanlara, bugün düşünülenin, geçmişteki düşünülenle bir bütünlük içinde dokunmadıkça, gelecekteki düşünülenin sağlam bir temele oturtulamayacağını bir kanıt olarak da öne sürer.
Uygulamalar
Yunanca Felsefe kavramlarını açıklayan bir sözlük edinin ve ilk dersten itibaren geçen Yunanca kavramların etimolojilerini öğrenin.
İlkçağ felsefesinin felsefe eğitiminde neden önemli olduğunu irdeleyin.
Felsefi düşünüş ediniminde mitolojinin yeri ve önemini tartışın.
Homeros ve Hesiodos destanlarını felsefe eğitimin ilk kitapları olarak okumaya başlayın.
Felsefe Tarihi üzerine Türkçe ve yabancı dilde kaynak eserler edinin ve bu eserlerden İlkçağ felsefesi ile ilgili okumalara başlayın.
Hesiodos destanındaki Kaos ve Kosmos’un anlamları üzerine ayrıntılı bilgi edinin ve Hesiodos’un evrenin başlangıç hikâyesini sorgulayın.
Uygulama Soruları
Felsefe eğitimine yeni başlayan bir kimse neden öncelikle İlkçağ felsefesini öğrenmek zorundadır?
Homeros ve Hesiodos’un destanlarının felsefe tarihindeki önemi nedir?
Hesiodos’un destanındaki Kaos’tan Kosmos’a geçiş aşamasını kavramak, felsefi düşünüşe ne kazandırır?
Bölüm Özeti
İlkçağ felsefesinin kökleri Yunan mitolojisinin hikâyelerinde gizlidir. Örneğin, İlkçağ felsefesinin kurucuları Ionia düşünürlerinin doğa ve evren öğretilerinin temeli Hesiodos’un Kaos-Kosmos hikâyesinde kurulmuştur. Bu yüzden İlkçağ felsefesine Homeros ve Hesiodos’tan itibaren vakıf olmak, insan zihninin işleyiş şeklini ve gelişim basamaklarını en baştan kavramak demektir. Bu yüzden mitoloji öğrenilmeden, zihnin bir üst katmanına geçilemez ve insan zihninin felsefi düşünüşe ihtiyaç duymasının nedenleri anlaşılamaz.
Kaynakça
No comments:
Post a Comment