Oct 9, 2017

İF-4

4. MİTOLOJİK ÖLÜM YA DA DÖNÜŞÜM
Giriş
Yavaş yavaş doğasının tüm özelliklerini öğrenmeye başlayan insanoğlu, tanrılara rağmen insan gibi düşünmeye ve yaşamaya başlamış ve bunun sonucunda başına gelebilecek her türlü eziyeti baştan kabul etmek zorunda kalmıştır. Çünkü o artık akıllı bir varlık olarak doğadaki diğer canlılardan çok farklı bir konumda olduğunun ayırdına varmış ve bu farklı konumunun kendi tekamülünde de farklı kazançlara ya da kayıplara yol açacağını her yaşanan günün sonucunda daha da iyi öğrenmeye başlamıştır. Buradan hareketle, bu bölümde Romalı edebiyatçı ve mitoloji yazarı Ovidius’un Metamorphoses (Dönüşümler) adlı eserinin ışığında, insan bedenine ve ruhuna sahip olmanın mitolojik dünyadaki anlamının daha gizemli köşelerine girilecek ve doğa ile insan arasındaki ilişkilerin farklı boyutları ele alınacaktır. 
4.1. Her şey değişir, Hiçbir şey yok olmaz
“Tekhne” sahibi insanların hatta tanrıların (pratik bilgiyle donanımlı) birbiriyle giriştiği öldüresiye rekabet bize Yunan mitolojisinin bir başka özelliğini daha gösterir. Bu özellik dönüşüm (metamorphosis) özelliğidir. Mitolojik ölüm, gelişimi asla durdurmaz. Bu düşünce, teknolojide hiçbir şeyin bitip tükenmediği, aksine hep bir başka şeye dönüştüğü ve böylece sürekli bir gelişim olduğu fikriyle paralel gider. Nasıl mı? Üstte kendisinden bahsettiğimiz Arakhne tanrıçaya kafa tutmasının bedelini bir örümceğe dönüşerek öderken, icatlarıyla ustası Hephaistos’un şimşeklerini üzerine çeken Talos bunun cezasını bir kekliğe dönüşerek çeker.
Tüm bu hikâyeler bize Yunanın başlangıçtaki doğa fikrini anlayabilmemiz için özellikle Yunan mitlerindeki doğa, ölüm ve ceza kavramlarının ne olduğunu ve mitolojideki dönüşümün ne anlama geldiğini çözümlemeye iter ki Yunanın mitolojik çağındaki doğaya yaklaşımını algılayabilelim. Bu aynı zamanda o dönemde Yunandaki ahlak anlayışını da değerlendirmemize de yol açacak bir algıdır.
Ünlü Romalı edebiyatçı Publius Ovidius Naso (İÖ 43-İS 17/18) Yunan mitolojisinin dönüşüm hikâyelerini bir araya getirdiği “Metamorphoses (Dönüşümler)” adlı eserinde, Yunanın mitolojik doğa anlayışını “omnia mutantur, nihil interit (her şey değişir, hiçbir şey yok olmaz)” diyerek birkaç kelimeyle açıklamıştır. Bu tek satırı çözümlemek, o çağın doğası, insanı ve diğer canlıları anlamlandırma çabasına vakıf olmak, özellikle insan bedeni ve ruhunun mitolojik gizemini çözmek demektir.

Resim 12: Ovidius
Çünkü bu ifade bize her şeyden önce her an devinen ve değişen canlı doğada, yaşam ve ölümün içiçeliğini, beden ve ruhun birbirine kenetlenmişliğini, doğada varolan bir şeyin asla yok olmayacağını gösterir. Bir şiir dizesi olan bu ifadeyi hafifçe silkelediğimizde harfler birden diğer dizelere doğru kaymaya başlar, ta ki bütün dizeler birbirine örülüne ve gökkuşağının bin bir menevişli rengine bulanmış, varlığın mucizevi biçim alışlarını yansıtan gizemli bir doğa tablosu yaratana değin. Doğanın her köşesi soluk alıp vermeye başlar; göğün mavisi, güneşin kızılı, ışığın sarısı, yaprağın yeşili birbirine geçer. Sonunda derin vadiler, ışık sızmayan ormanlar, sık dallı ağaçlar, kıvrıla kıvrıla akan dereler, hafif hafif esen meltemler, yedi kat açan güller birer büyülü beden oluverir gözümüzün önünde. Her bir görünüm, capcanlı doğanın kolu bacağı olur. Rüzgâr çıktığında iki yana sallanan ağaçlar gibi hareketli ve esnektir. Sınırlar kalkmış, her an ve her yerde bir şeyler başka bedenlere geçip can bulur. Varolan her şey değişir başkalaşır, asla ölmez. Ölüm ruhun kabuk değiştirmesidir, yok olmak değil. Ruh orada burada her an gezinir, kâh insan olur, kâh hayvan, kâh bir çiçek, kâh bir ağaç; bir kuş ya da bir taş, hatta bazen sadece bir ses.
Bu bağları çözülmüş doğa betimlemesi, başlangıçta insanın yüzüne serpilen su damlaları gibi ferahlatıcı görünür, ama başkalaşım örnekleri alt alta sıralandığında ve derin bir bakış açısıyla irdelendiğinde, gerçeğin hiç te öyle olmadığı anlaşılır. Her şeyden önce değişimin sürekli oluşu dikkatimizi böyle bir incelemeye sevk eder. Sonunda görülür ki bu doğada dönüşüm ya da başkalaşım gelişigüzel değildir, bedenlenmeler rastgele olmaz; aksine, doğanın mitolojik mantığı içinde her şeyin belli bir düzeni vardır ve değişim bu düzeni korumak adına gerçekleşir. Ölümsüzlük söz konusudur, ama nasıl bir ölümsüzlük? Her şey değişir, yok olmaz, ama nasıl bir yok olmama?
Başkalaşımın bu kendine özgü mantığını kavrayabilmek için, ilkin doğanın bedenlenmesine bakışlarımızı çevirmek gerekir. Hesiodos’ta olduğu gibi, Ovidius’ta da doğa Khaos’tan, yani o yüce boşluk, o gönül bulandıran burgaçtan yaşam alır ve bir anda Kosmos olarak bedenlenir. Başta, Gaia (Toprak) basılan zemin olur, yani doğanın ayakları. Sıra sıra sivrilen dağlar doğanın başı olup yükselir. Sonra doğadaki ilk başkaldırı gerçekleşir ve Gaia’dan, doğanın tepesi olan Uranos (Gökyüzü) ayrılır; ardından karaları kuşak gibi çeviriverir o koca deniz ve böylece doğa he yöne sere serpe yayıldıkça yayılır. Ardından ağaçlar, nehirler, tanrılar, insanlar ve diğer canlılar bu dekorda yerlerini alır. Kımıldamaz, biçimsiz, düzensiz ağır bir yığından, soluk alıp veren, zıtlıkları içinde barındırdığından hareketli olan düzene, başka deyişle, Kosmos’a geçiş böylece tamamlanır. Artık her şey kıpır kıpır, esnek ve eğilip bükülebilir haldedir. Bu hareketi ve yaşam soluğunu sağlayan kendisine içkin olan zıtlık yığınının kendisidir. Karanlıktan aydınlığa, sevgiden nefrete, sıcaktan soğuğa, ıslaktan kuruya, sevinçten hüzne, güzelden çirkine değişimler yaşanır; ama asla canlıdan cansıza geçilmez. Başlangıç vardır, ama son yoktur. Düzenin bozulmasını yok edecek her eylem, görkemli bir tepkiyle yanıt bulur ve asla Khaos’a geri götürecek bir düşünceye ya da harekete geçit verilmez. Çünkü doğanın yasası, her şeyi bir arada tutmaya yöneliktir; dağılmaya izin yoktur. Gerektiğinde, fırça darbeleriyle yaratılmış izlenimi veren bu hayal dünya birden akıl almaz şiddet gösterilerine sahne olup kendini her daim korur.
Kosmos’a geçildikten sonra, bütün canlılara hâkim olabilecek yapıda bir canlının doğması uygun görünür ve yaşanılan dünyanın çok daha iyi olması adına insan doğar. Ama ne olduysa bundan sonra olur ve insanın diğer canlılara göre ruhsal ve bedensel farklılığı “metamorphosis’in (dönüşümün ya da başkalaşımın)” habercisi olur. İnsan, tanrısal özle donanmış ruhuyla ve göğe ağan bedeniyle doğada dimdik duran tek canlıdır. Bu duruş, onu bütün diğer canlılardan ayırdığı gibi, buyurgan, isyankâr ve denetlenemez yapısına da bir davetiye çıkarır.
Metamorphosis’in özünü anlamamızda etkin olan bu dizeler, Ovidius’un zihninde insan bedeninin doğanın bütün biçim alışlarında en önemli belirleyici olduğunu ortaya çıkarır ve başkalaşarak bambaşka bedenlere dönüşmenin, insanın asıl bedeninden kopuş olduğunun altını çizer. Konuyla ilgili başkalaşım örneklerini tek tek seyrettiğimizde, aralarındaki nüans farklarına rağmen, hepsinde görülen ortak noktanın dik duruştan, aşağı bakan eğik duruşa geçişin sancısının duyumsatılmak istenmesi olduğu kavranır. Bu durum, Ovidius’un mitolojik dünyasına, bir ödül ve ceza kavramı getirdiğini, başka deyişle, başkalaşımın kendine özgü ahlak anlayışını yerleştirmek istediğini gösterir. Aslında buna insanın asıl doğasını korumaya yönelik bir önlem alış demek daha doğru olabilir.
Başkalaşımın düzenindeki ödül ve ceza hem insana, hem de insansal yanılgılara düşen tanrılara yöneliktir. Doğadaki yok olmamayı sağlayan sevgi bağını koparmaya yönelik her niyet ve her eylem karşıt bir tepkiyle yanıt bulup cezalandırılırken, bu bağı korumaya yönelik her niyet ve eylem, dönüştüğü bedenle anlamlanır ve ödüllendirilir.
Başkalaşan bedenlerin her birinin kendine özgü bir öyküsü vardır. Bu öyküden hareketle, başkalaşan bedenin önceki ve sonraki halinin özellikleri düşünüldüğünde, başkalaşım anlam kazandığı gibi başkalaşım nedeninin bir ödül ya da bir ceza, hatta belki de hem ceza, hem de ödül olduğu açığa çıkar. Sonuçta, doğanın içgüdüsü içinde, insanın ve hatta tanrıların nelere izinli olup, nelere izinli olmadığı da belirginlik kazanır.
Doğa, tanrısal özden pay alan ruhun yıkıma yönelik yanlış düşüncesini ve eylemini affetmez ve bedenleri bir hayvana ya da herhangi bir canlıya dönüştürerek yanıtlar. Ama özellikle insanın söz konusu olduğu dönüşümlerde, başkalaşım anında içine girdiği yabancı bedende insan, yine insan gibi düşünmesini sürdürür. İşte bu durum büyük sancıyı da beraberinde getirir ve başkalaşan beden ne sahiden insan olur, ne de sahiden hayvan.
4.2. Hayvan Bedeninde İnsan Aklı
Örneğin, Arkadya kralı Lycaon’un tanrıtanımazlığı, kana susamış ve isyankâr tavırları, kendisinin bir kurdun bedeninde yaşamaya mahkûm edilmesine yol açar.1 Başkalaşım anında, Lycaon’un giysileri bir post olur, kolları bacaklara dönüşür ve bir kurt görünümü kazanır. Ama bu dönüşen varlık insan gibi düşündüğünden, ilkin konuşmaya başlar, ama sonra aniden konuşmanın yerini uluma alır; köpük köpük köpürmeye başlar ağzı, eski huyu olan katletme tutkusuyla koyunlara saldırır, kana susamışlığından aldığı zevk kat kat artar. Bu yeni bedende hala insan bedeninden izler vardır. Örneğin, Lycaon hala kır saçlıdır; suratı hala o korkunç vahşi biçimini korumaktadır; gözleri de hala ateş solumaktadır; ama artık bu varlık ne kurttur, ne de insan. Başka deyişle, artık o ne başka biridir, ne de kendisi. Bu iki beden arasında sürekliliğini koruyan tek şey, yabancı bedene geçişe neden olan Lycaon’un kan dökmekten keyif alan ruhudur. Bir tek bu huy değişmez ve hatta Lycaon bu isteğini bol bol giderebileceği özellikte bir hayvanın bedenine sahip olur. Kişinin görünmez karakteri, iç yaşantısı, başkalaşan bedene yansımıştır ve en önemlisi kişi hala insan aklına sahip olduğu için, girdiği bedendeki tutsaklığının farkındadır, ama tuzağa düştüğü bu bedene sadece içten bakabilmekte, dıştan ne durumda olduğunu görememektedir.

Resim 13: Odysseus ve domuza dönüşen arkadaşları
Benzer bir olay, büyücü Kirke’nin adasında, Odysseus’un adamlarının geçirdiği başkalaşımda yaşanır. Adasına çıkan konuklarını büyük bir konukseverlikle karşılayan Kirke’nin dost canlısı tavrına kanan gemiciler, büyülü otlarla hazırlanan şarapları içtikçe içerler. Sonunda doymazlık, sınır tanımazlık dönüşümü başlatır; adamların hepsi birer domuz olur. Bu başkalaşımı yaşayan ve daha sonra bu durumundan kurtulan ve yeniden insan olan Macareus’un anlattıkları, açıklamaya çalıştığımız konuyu kanıtlar nitelikte iyi bir örnektir:2 
Tanrısal eliyle bize sunduğu içki kupalarını aldık,
bir dikişte içtik susuzluktan kavrulmuş dudaklarımızla,
tam o anda (utansam da yine de anlatacağım),
o korkunç tanrıça değneğiyle dokundu başımızın tepesine,
kıllarım çıkmaya başladı birden, diken diken,
konuşamaz oldum, kelimeler yerine boğuk boğuk hırıltılar çıkarmaya başladım,
bedenim yüzümle birlikte yere eğildi bütünüyle,
hortum gibi uzayıp sertleştiğini hissettim burnumun,
kat kat kas oldu boynum, şiştikçe şişti,
az önce dudaklarıma içki götürdüğüm ellerimle,
iz bırakır oldum artık yerlerde.
Çok geçmeden bir domuz ahırına kapatıldım,
aynı dönüşümü geçirenlerle birlikte (ne büyük bu büyünün gücü böyle!)
bir tek Eurylokhos’u gördüm orada, asıl insan haliyle:
bir tek o istememişti içki kupasını, verildiğinde eline.
Macareus’un yabancı bir bedene dönüşmesinde yaşadığı insani acı, utanç ve pişmanlık, insan bedeninden hayvan bedenine geçerken hissedilen güçsüzlük bütün ayrıntılarıyla duyumsatılıyor Ovidius’un bu dizelerinde. Bunun karşıtı durum, domuz bedeninden insan bedenine geçişte yaşanan huzur ve sevinci de Makareus’un dönüşümünde bütün çıplaklığıyla yaşıyoruz: Odysseus, Kirke’nin isteğini yerine getirip onun eşi olmayı kabul edince, büyücü kadının bütün öfkesi diner ve bir düğün armağanı olarak Odysseus’un dostlarını yeniden insan biçimine dönüştürür. Bu dönüşümü de şöyle nakleder Macareus:3 
Hiç bilmediğim otlardan şifalı sular serpti bu kez üstümüze,
çevirdi değneğini vurdu tepemize,
büyülü sözler söyledi, tamamen ters az önce söylediklerine.
Söyledikçe de biz yerden kalkıp başladık dikilmeye,
kıllarımız döküldü, toynaklarımız yeniden ayak oldu,
omuzlarımız yerine oturdu, kollarımız da önceki haline büründü;
ağlaşarak sarıldık Odysseus’la birbirimize,
boynuna atıldık önderimizin, az önce ağzımızdan hiç çıkmayan kelimeler
bu kez ona duyduğumuz saygımıza tercüman oldu.
İnsan olmaktan çıkmak, dik duruşu ve insanca sesi yitirmektir. Bu iki örnekte gördüğümüz ve bunlar gibi pek çok değişim öyküsünde tanık olduğumuz gibi, insan olmak, dik duran bir insan bedenine sahip olmak ve kendini ifade yetisine sahip olmakla eş tutulmaktadır. İnsan olmaktan çıkmak da bu iki yetinin kaybı olarak görülür. Başkalaşım sırasında hayvana dönüşen insanın kendi görüntüsünü yitirmesi, girdiği bedenin içinden hissedip dışardan kendisine bakamaması, sonuçta tavırlarına hâkim olamaması insan duygulanımının hayvan bedeniyle ayaklar altına alınmasıdır. Ona dışardan bakan, onun o olduğundan habersizdir ve ona yabancıdır; kişinin kendisi de kendisine tamamen yabancıdır.
Modern yorumcuların belirlenimine göre, insanın bireysel kimliğinin iki önemli görünümü vardır: Adı ve sesi. Ovidius’un insanın hayvana dönüştüğü öykülerinde bu iki görünüm de silinir. Yabancı bedene giren kişinin, onu diğerlerinden ayıracak ve insan olduğunu duyumsatacak ne adı vardır, ne de sesi.


Resim 14: Geyiğe dönüşen Aktaion
Avcı Aktaion, derede yıkanan tanrıça Diana’yı çıplak gördüğü için tanrısal gazaba uğrayıp konuşma yetisini yitirir ve yavaş yavaş bir geyiğe dönüşür. Kafasında boynuzlar çıkar, kulakları geyik kulaklarına dönüşür, elleri de ayakları olur. Bütün derisi benek benek olur. Yüreğine de ürkek bir geyiğin korkusu ekilir. Hızla koşmaya başlar birden, ne olduğunu anlamadığından niye bu kadar hızlı koşabildiğine şaşırır kalır. Berrak bir su birikintisinde kendini gördüğünde ancak başına geleni anlar. “Ah zavallı ben!” demeye yeltenir, ama hiçbir kelime dökülmez dilinden, sadece inler; inlemesi söz olur ve birden yanaklarından yaşlar boşalır, ama o yanaklar da onun değildir artık. Değişmeden kalan sadece zihnidir (3.201). Şimdi ne yapmalıdır, insan gibi eski evine mi gitmelidir, yoksa geyik olduğunu kabul edip ormana geri mi dönmelidir. Utanç bir yanda, korku bir yanda, öylece kalakalır. Ama bu durum da uzun sürmez. Uzaktan köpeklerinin kendisine doğru hızla koştuklarını görür. Ne yapacağını şaşırır ve bir zamanlar kendisinin o sadık köpekleriyle av peşinde koştuğu yerlerde bu kez kendisi bir av olup koşmaya başlar. “Aktaeon’um ben! Sahibinizi tanımadınız mı?” diye çığlık atmak ister büyük bir özlemle. Ama sözlerini bu özlemini gideremez (3.230). Çünkü köpeklerinin karşısında Aktaeon adında bir beden yoktur artık. Köpekler sırtına çullandığında ve hepsi birer parça koparmaya başladığında ise geyik bedeninden öyle bir inilti çıkarır ki, insanca olmadığı gibi tam bir geyik olmadığı için de geyik sesi bile değildir bu inilti; ama bu inilti dağların ta doruklarını titretir. Tanrılara yakaran bir insan misali dizlerinin üstüne çöker, sessizce döndürür yüzünü köpeklerine. Yardım ister gibi uzatmak ister kollarını. Bu arada yaşanan bu felaketten habersiz arkadaşları Aktaeon’u aramakta ve Aktaeon diye bağırıp yanlarına çağırmaktadır, sanki o çok uzaklardaymış gibi. Aktaeon, adını duyar duymaz sesin geldiği yöne çevirir başını. Arkadaşları böyle bir avı kaçırdı diye Aktaeon’un orada olmamasına söylenip dururlar. Keşke gerçekten orada olmasaydı, ama heyhat oradadır. Keşke hiç görmeseydi, hiç hissetmeseydi köpeklerinin vahşi ısırıklarını.4
Ruhun bir hayvanın bedenine geçtikten sonra, insan bedenindeki kendini ifade etme özgürlüğünü yitirişi yabancı bedenin içinde attığı çığlıkla kendini belli eder. Ama bu çığlık zihinsel bir çığlıktır, dışa yansımaz. Kollarını, bacaklarını insan bedeninde olduğu gibi, rahatça oynatmak ister, ama oynatamaz. İç sıkıcı bir kısıtlanmışlık, bir sınırlanmışlık söz konusudur. İnsanken, başka bedene geçmek üzere olan ya da geçmiş olanların tek düşündüğü, kendilerinin birer zavallı olduğudur. Kişilerin aklını başından alan mükemmel bir biçim, yerini daracık bir meskene terk etmiştir.
4.3. Narkissos’un Kibri
Berrak bir pınarın sularına yansıyan hayalini gördüğünde aklı başından giden Narkissos ne kadar haklıdır kendine aşık olmakta. Ama onun öyküsünde de insanken insan olmanın anlamını bilmezlik söz konusudur. Oysa daha doğduğu anda kusursuz bir güzelliğe sahiptir Narkissos. Hatta o kadar ki o yıllarda bir su perisi bile âşık olmuştur ona. Bir biliciye sorar anası, olgunluk yaşlarını görebilecek mi diye; bilicinin yanıtı kısa ve çarpıcıdır: “Eğer kendini hiç tanımazsa (3. 348).” Boşa konuştuğu sanılır bilicinin yıllar yılı. Ama umulmadık bir olay biliciyi haklı çıkarır: Narkissos 16 yaşına geldiğinde, genç bir adam oluverir. Birçok genci ve genç kızı kendisine âşık eder. Bir gün bir genç kızın ahını alır ve kız tanrılara şöyle yakarır: “Öyle âşık ol ki bir gün, âşık olduğunu asla elde edeme. (3. 405).”

Resim 15: Narkissos
Ama Narkissos o kadar kibirlidir ki, hiçbir genç kızı ya da oğlanı görmez gözü; hatta kendini bile. Bir gün bir sesin peşine takılır, ormanın derinlerine sürüklenir. Gümüş gibi ışıl ışıl dupduru bir pınar çıkar karşısına. Kıyısına uzanır yavaşça, eğilir suya ve o anda gördüğü güzellik karşısında dili tutulur. Bir süre sessiz kalıp sadece bu yansıyı seyreder şaşkınlıkla. Yansı da konuşmadan aynı ifadeyle ona bakar. Biraz daha eğilir, gözlerine bakar, sonra lüle lüle saçlarına, yumuşacık yanaklarına, mermer beyazı boynuna. Ümitsizce o hayali ister; istediği kendisidir. O hayali över; övdüğü kendisidir. O hayali ararken, kendisini arar. Öpmeye kalkar sonra, ama o hayal bu kez su olur dudaklarından akar; ellerini uzatıp yakalamak ister, yalnızca hayalin boynuna değebilir. Gördüğünü, tanımaz, bilmez. Ama gördüğü neyse, onun için yanıp tutuşur. Şöyle der Ovidius:
“ Ah budala çocuk! Aradığın şey hiçbir yerde; dönsene kendine, dön bak; hayran olduğun şey, orada olmayacak ki döndüğünde! Baktığın şey sadece bir hayal, yansıyan bedeninden bir gölge; kendi bedeni yok ki onun. Seninle gelir, seninle kalır, seninle gider, tabii sen gidebilirsen. Ama nafile, ayıramaz gözlerini o boş, o bedensiz hayalden; gözleri erir gibi akar o görüntüye. Söyleyin ey ormanlar, der, benim kadar sevdi mi hiç kimse burada böyle; yüzyıllardır buradasınız söylesenize! Büyülendim bu biçime, işte görüyorum, ama beni büyüleyeni göremiyorum ve bulamıyorum. Bütün genç kızların âşık olduğu ben, şu sudaki çocuk gibi hiç ışık saçmıyorum. Hiç bu kadar dostça bakmadım. Güldüm mü gülüyor; gözlerimden yaş süzüldüğünde onun da yanaklarından damla damla akıyor yaşlar. Konuşunca dudaklarını kıpırdatıyor, ama hiç sesi gelmiyor kulaklarıma. Tanrım, bu benim! Bunu hissediyorum, kendi hayalim bu biliyorum. Kendime olan aşkımdan yanıp tutuşuyorum. Ne yapacağım şimdi, ağlamam mı gerekir, ağlayan ben olduğum halde? Arzulamam mı gerekir, kendimi arzuladığım halde? Ölüm ne ki artık benim için, sevdiğimle birlikte yaşayacağıma göre! Bir bedende soluk alacağıma göre! Yeniden aynı hayale bakar ve gözyaşları akar suya, bu kez bulanır hafifçe sular, hayal de karışır aralarına. Giden hayalin ardından, yazık, o da suya süzülür; insan biçiminden kopar ve dışı bembeyaz yapraklarla kaplı sarı bir nergise dönüşür.”
Bir çiçek bile olsa insandan dönüşen ruh, ölümsüzlüğü o kusursuz insan bedeninde yaşamayı özler; Apollo’yu, bir tanrıyı bile ardından koşturan, o muhteşem siluetin içinde; meltemlerle savrulan o dağınık, upuzun saçların, o incecik bileklerin, o kar beyazı omuzların ve ışıl ışıl yanan gözlerin; yani şiddeti estetiğe dönüştürecek kadar etkili o mükemmel biçimin.
Uygulamalar
Doğadaki yaşam ve ölüm ilişkisini sorgulayın.
Mitolojide doğa, yaşam ve ölüm hakkında modern kaynaklardan bilgi edinin ve bu konuları irdeleyin.
İnsan aklı ve bedeni ile hayvan bedeni arasında vurgulanan çelişkiyi sorgulayın.
Öğrenilen hikâyelerin ışığında mitolojideki ahlak hakkında bir makale kaleme alın.
Uygulama Soruları
Mitolojide insan aklı, bedeni ve ruhu nasıl algılanır?
Dönüşüm hikâyeleri hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Arkadya kralının dönüşümündeki ahlaki detaylar hakkında fikirleriniz nelerdir?
Odysseus’un adamlarının dönüşümü hakkında nasıl bir fikir edindiniz?
Narkissos hikâyesindeki ahlaki detaylar hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Bölüm Özeti
Homeros, Hesiodos ve onların bir anlamda Roma’daki temsilcisi Ovidius’un mitolojik eserleri, felsefi açıdan değerlendirildiğinde, insanın mitolojik zihin katmanıyla kendisini, aklını ve doğayı keşfetme süreci hakkında bilgi edinebileceğimiz en önemli kaynaklardır. Bu süreç anlaşılmadan, felsefe yoluna çıkılmaz. Çünkü Batı Felsefesi bu yola birdenbire çıkmamıştır, görüldüğü üzere bir dolu hikayeyle önce kendi içindeki doğayı, sonra da dışındaki doğayı tanımakla işe başlamıştır. Bu tanıma sonucunda mitolojik düşünen zihin doğada varolan hiçbir şeyin yok olamayacağını, bambaşka bir şekilde de olsa varolmaya devam edeceği yargısına varmış ve bu yargısını değişik hikayelerle dile getirmiştir. Bu hikayeler doğadaki varoluşun sürekliliğini vurguladığı gibi, insan bedenine ve ruhuna sahip olmanın ne anlama geldiğini de gözler önüne sermektedir.
Kaynakça

No comments:

Post a Comment