Oct 17, 2017

KM-7

7. ÇIKARIMLAR VE DOĞRUDAN ÇIKARIMLAR
Giriş
Mantık açısınından bakıldığında çıkarım, verilen bir veya birden çok önermeden bir veya daha çok yeni önerme elde etmektir. Bu işlemin doğruluğu, mantık kurallarına uygun olarak gerçekleştirilmesiyla sağlanır. Klasik mantık açısından çıkarımlar iki gurup altında toplanırlar: Doğrudan çıkarım ve dolaylı çıkarım.
7.1 Çıkarım Nedir?
Çıkarım, verilen bir veya birden çok önermeden bir veya daha çok yeni önerme elde etmektir. Aristotelesci gelenek içinde çıkarımlar iki gurup altında toplanırlar: Doğrudan çıkarım ve dolaylı çıkarım. Doğrudan çıkarım, tek bir önermeye dayanarak yapılan çıkarımdır. Dolaylı çıkarımda ise birden çok önerme sözkonusudur. Dolaylı çıkarımda eğer iki önermeden bir sonuç elde edilmesi sözkonusuysa, bu çıkarım «kıyas» («sillojizm») adını alır. Eğer ikiden çok önerme sözkonusuysa, bu durumda bir zincirleme kıyastan (veya zincirleme çıkarımdan) söz etmek gerekir. Bu ana sınıflandırma dışında, ileride yer yer işaret edileceği gibi, eksik öncüllerden oluşan veya karmaşık ifadelerin oluşturduğu öncüllerden oluşan çıkarımlardan da sözedilebilir. Ayrıca bu tür çıkarımlar kategorik önermelerle yapılabildiği gibi, kategorik olmayan önermelerle de (bu önermelerin özellikleri) dikkate alınarak yapılabilir. Bu bölümde, doğrudan çıkarımların hangi kurallar yardımıyla yapıldığı incelenecektir. Bu incelemede sadece kategorik önermeler dikkate alınacaktır.
7.2. Doğrudan çıkarım nedir?
Doğrudan çıkarım, tek bir önermeden bu önermeye eşdeğer olan ikinci bir önerme elde etmektir. Bu çıkarımda, (diğer bütün çıkarımlarda olduğu gibi) verilen önerme doğruysa, (mantıksal) çıkarım yoluyla elde edilen sonuç önermesinin de doğru olması gerekir.
Doğrudan çıkarımlar, döndürme (conversion) ve tersine döndürme (obversion) isimli kurallar vasıtasıyla yapılır.
7.3. Döndürme Yoluyla Doğrudan Çıkarım
Döndürme, kategorik bir önermenin özne ve yükleminin yerlerinin değiştirilmesiyle elde edilir. Fakat bu işlem basit bir yer değiştirme değildir. Çünkü, ilk önermede dağıtılmamış olan bir terimin, döndürme yoluyla elde edilen önermede de dağıtılmamış durumda bulunması gerekir. Ayrıca, asıl önermenin niteliği de (yani, olumlu ve olumsuz olma özelliği de) değişmeden kalmalıdır. Bu özellikleri korumak suretiyle yapılan çıkarımlar şematik olarak,

şeklinde ifade edilebilir. Bu çıkarımlara birer örnek vermek gerekirse:
«Bütün kuşlar hayvandır» (yani, «SaP») önermesinin döndürmesi, «bazı hayvanlar kuştur» (yani, «PıS») önermesi olur.
«Hiçbir balık kuş değildir» (yani, «SeP» önermesi) döndürülürse, «hiçbir kuş balık değildir» (yani, «PeS» önermesi) elde edilir.
«Bazı evler tahtadan yapılmıştır» gibi bir önerme (yani, «SıP» gibi bir önerme) döndürülürse, «bazı tahtadan yapılmış (nesneler) evdir» gibi bir önerme elde edildiği düşünülebilir. Fakat «SoP» gibi bir önermenin döndürmesi olmamaktadır. Çünkü dikkat edilirse, ilk önermede dağıtılmış olan terim (yani, yüklem), ikinci önermede dağıtılmamış haldedir. Bu durum saçma birtakım sonuçların ortaya çıkmasına yol açabilir. Mesela, «bazı insanlar mantıkçı değildir» önermesi döndürülürse, «bazı mantıkçılar insan değildir» şeklinde bir önerme elde edilir. Bu önerme, doğruluk değeri açısından düşünüldüğünde, ilkinden farklıdır. Halbuki geçerli bir çıkarımda (öncül konumundaki) ilk önerme (veya önermeleri) ile sonuç önermesi arasında bir uygunluğun bulunması gerekir. Dolayasıyla bu durumda, sadece ilk üç önermede yukarıda sözü edilen dağıtıcılık özelliği korunmuş olmaktadır.
Bu döndürmelerden E ve I, basit döndürme adını alır. Bu önermelerde basit döndürme neticesinde elde edilen önermenin niceliği değişmeden kalmaktadır. A’nın döndürülmesi ise arızi (ilineksel) döndürme adını alır. Burada sınırlı bir döndürme sözkonusudur. Bu döndürmede SaP’den PıS’ye geçişte nicellik açısından bir değişme olmuş, yani ilk önerme tümel iken, ikinci önerme tikel hale gelmiştir. Ayrıca, arızi döndürme yoluyla A’dan I’ya geçilmekle beraber, I’dan A’ya geçilememektedir. Halbuki, yine döndürme yoluyla SeP’den PeS’ye ve döndürme yoluyla tekrar SeP’ye; aynı şekilde SıP’den PıS’ye ve tekrar SıP’ye geçilebilmektedir.
7.4. Ters Döndürme Yoluyla Doğrudan Çıkarım
Doğrudan çıkarımın diğer temel şekli tersine döndürme’dir. Bu döndürmenin dayandığı prensip, her olumlu önermenin, bu önermeye eşdeğer olumsuz bir önerme olarak; her olumsuz önermenin de yine bu önermeye eşdeğer olumlu bir önerme olarak ifade edilebileceğidir. Bu durumda tersine döndürme, olumlu bir önermeyi eşdeğeri durumundaki olumsuz bir önerme haline; olumsuz bir önermeyi de eşdeğeri olumlu önerme haline getirmektir.
Böyle bir eşdeğerliğin kurulabilmesinin (yani, tersine döndürmenin) kurallarından birisi, özne ve yüklemin yerinin değişmemesidir. İkinci kural, önermenin niteliğinin değiştirilmesidir. Yani, olumlu bir önerme olumsuz, olumsuz bir önerme ise olumlu hale getirilmelidir. Üçüncü kural, yüklemin değillenmesidir. 8Sembolik olarak gösterirsek:

şeklinde bir tablo elde edilir. Bu tablodaki çıkarımlara birer örnek vermek gerekirse:
«Bütün insanlar yanılır» gibi bir önermenin tersine döndürmesi: «Hiçbir insan yanılır olmayan değildir» veya kısaca, «hiçbir insan yanılmaz değildir» önermesi olur.
«Hiçbir insan kusursuz değildir» önermesinin tersine döndürme yoluyla elde edilecek eşdeğeri önerme:
«Bütün insanlar kusursuz olmayandır» 9şeklinde olacaktır.
«Bazı insanlar eğitilmiştir» önermesinin tersine döndürmesi: «Bazı insanlar eğitilmiş olmayan değildir» önermesi olur.10
«Bazı kuşlar göç etmezler» gibi tikel olumsuz bir önermenin tersine, döndürmesi: «Bazı kuşlar göç eder olmayandır» (veya, günlük söyleme uygun hale getirmek istenirse: «Bazı kuşlar göç etmeyen kuşlardandır») denilebilir.
Tersine döndürmenin temelinde üçüncü halin imkânsızlığı (yani, S ya P’dir, ya da P-değildir) kuralı bulunmaktadır. Çünkü, «bütün S’Ier P’dir» gibi bir önermede P, S’yi içeriyorsa, P’nin çelişiği ifadenin S’yi içermesi sözkonusu değildir. Mesela, «bütün kartallar kuştur» önermesi gereği bütün kartalların kuşlar sınıfı içine girdiği düşünülürse (yani, kuşlar sınıfı kartallar sınıfını içeriyorsa), kuşlar sınıfı içine girmeyen nesneler (mesela, taşlar) sınıfı, kartallar sınıfının da dışında kalacaktır. Önerme olumsuz olsa da, yine aynı durum sözkonusudur. SeP önermesinde olduğu gibi S, P’nin dışmdaysa, aynı S, P’nin çelişiği terimin kapsamı içinde yer alır. Mesela, «hiçbir insan dört ayaklı değildir.» önermesinde özne (yani S), yüklemin (yani P’nin) kapsamı dışındadır. Bu durumda S, P’nin çelişiği terimin, yani «dört ayaklı olmayan (canlılar)» teriminin işaret ettiği sınıf içinde yer alır. Bu durumda, «SaP» gibi bir ifade gözönüne alınırsa, bu ifade «S’ler P dışında yer almayandır» anlamına da gelebilecek; diğer bir deyişle, «S’ler P olmayan değildir» demek mümkün olacaktır.
Verilen bir önermeye «döndürme» ve «tersine döndürme» kuralarını uygulayarak elde edilen önermelere tekrar bu iki temel kuralı uygulamakla doğrudan çıkarım yapmak ve yeni önermeler elde etmek mümkündür. Mesela, SaP gibi bir önermeyi önce tersine döndürmek, sonra döndürmek suretiyle yeni bir önerme elde etmek mümkündür:

Bu sembolik işlemleri günlük dile aktarmak suretiyle bu üç eşdeğer önermeyi aşağıdaki gibi ifade etmek mümkün olur:
«Bütün balıklar suda yüzer» önermesinin tersine döndürmesi: «Hiçbir balık suda yüzer olmayan değildir» (bu önermeyi şüphesiz, «hiçbir balık suda yüzmez değildir» şeklinde de ifade etmek mümkündür) olur. Bu ikinci önermenin döndürmesi ise: «Hiçbir suda yüzer olmayan (hayvan) balık değildir» olacaktır. (Bu son ifadeyi günlük konuşmada «suda yüzmeyen hiçbir hayvan, balık değildir» şeklinde dile getirebiliriz).
Benzeri durum diğer kategorik önermeler için de sözkonusudur. Dört kategorik önermeyle ilgili eşdeğerlik-leri aşağıdaki tabloda gösterebiliriz:11

Bu tablonun 7. satırındaki SoP önermesi, 6. satırdaki PaS önermesinin ilkin döndürmesi (yani, SıP), sonra da bu ifadenin tersine döndürmesiyle (yani, SoP) elde edilir. Yine, 7. satırdaki SıP önermesi ise, 4. satırdaki önermenin döndürmesiyle elde edilebilir. Bu eşde-ğerlikler, konuşma dilinden verilecek örneklerle şu şekilde ifade edilebilir:
Bütün aslanlar cesurdur: SaP
Hiçbir aslan cesur olmayan değildir: SeP’ (yani, hiçbir aslan korkak değildir).
Bazı cesur hayvanlar aslandır : PıS (yani, cesur hayvanlardan bazıları aslandır).
Bazı cesur (hayvanlar) aslan olmayan değildir: PoS
Hiçbir cesur olmayan (hayvan) aslan değildir: Pe S (yani bir hayvan cesur değilse, aslan değildir).
Bütün cesur olmayan (hayvanlar) aslan olmayandır: P’aS
Bazı aslan olmayan (hayvanlar) cesur değildir: So P
Bazı aslan olmayan (hayvanlar) cesur olmayan (hayvanlardan)dır: SıP
Bu örnekler formel yolla elde edilmiş eşdeğer önermelerin günlük dil vasıtasıyla ifade edilmeleri halinde eşdeğerliklerin anlam bakımından da korunduğunu göstermektedir.
Bölüm Özeti
Doğrudan Çıkarımlar ele alınmış, döndürme ve ters döndürme işlemleri örneklerle uygulamalı olarak işlenmiştir.
Kaynakça
EK KAYNAKLAR

KM-6

6. ÖNERMELERDE DAĞITICILIK
Giriş
«Dağıtıcılık» kavramı, kategorik önermelerdeki terimler (yani, özne ve yüklem) arasındaki ilişkinin (kapsama ilişkisinin) açıklanmasında kullanılır.
Kategorik bir önermede terimlerden birisi diğerini tam olarak kapsamak durumundaysa, kapsanan terim kapsayana göre «tam olarak dağıtılmıştır» denilir. Aksi durumunda tam olarak dağıtılmamıştır. Mesela, «bütün kartallar kuştur» önermesinde özne durumundaki «kartal» terimi, yüklem durumundaki «kuş» terimine göre tam olarak dağıtılmıştır. Fakat buna karşılık «kuş» terimi «kartal» terimine göre tam olarak dağıtılmamıştır. Nitekim, bütün kartalların kuş olmasına karşılık, «bütün kuşlar kartaldır» diyemeyiz.
6.1. Önerme Çeşitlerine Göre Dağıtıcılık
Bazı tümel önermelerde özne ve yüklem birbirine göre tam olarak dağıtılmış olabilir. Mesela, «bütün çift sayılar ikiye bölünür» veya «bütün siyahlar karadır» önermelerinde özne ve yüklem birbirine göre tam olarak dağıtılmıştır. Nitekim, «bütün ikiye bölünen sayılar çifttir» veya «bütün karalar siyahtır» da diyebiliriz. Tümel önermeler arasındaki bu farkı, ilk guruptaki önermelerin sentetik, ikinci olarak sözü edilen önermelerin ise analitik olduğunu söylemekle ifade etmek mümkündür.
Tümel olumsuz önermelerde ise özne ve yüklem birbirine göre tam olarak dağıtılmıştır; yani, bu tür önermelerde her iki terim de birbirini kapsamaktadır. Nitekim, «hiçbir kartal suda yaşamaz» denilebildiği gibi, «hiçbir suda yaşayan (nesne) kartal değildir» de denilebilir.
Tikel olumlu önermelerde özne ve yüklem birbirine göre dağıtılmamıştır. Mesela, «bazı gözlükler renklidir» gibi bir önermede özne yükleme göre dağıtılmamıştır; çünkü yüklem, özneyle işaret edilen nesnelerin ancak bir kısmını kapsamaktadır. Aynı tür önermede yüklem de özneye göre tam olarak dağıtılmamıştır; çünkü, renkli olan nesnelerin (bu örnekte, camların) ancak bir kısmı gözlük (camı) olma durumundadırlar.
Tikel olumsuz önermelerde özne yükleme göre dağıtılmamışken, yüklem özneye göre dağıtılmıştır. Çünkü «bazı kalemler siyah yazmaz» gibi bir önermede, siyah yazma özelliği ancak bazı kalemlere ait olduğu için, özne dağıtılmamıştır. Fakat böyle bir önermede yüklemin tamamının, yani siyah yazmayan bütün nesnelerin göz önüne alınması sözkonusudur. Bu sebeple, yüklem özneye göre dağıtılmıştır.
Bu tür önermelerden ayrı olarak bir de öznesi özel ad olan önermelerden söz edilebilir. Bu tip önermelerde, yüklem öznenin tamamıyla ilgili bilgi vermek durumunda olduğu için, tam olarak dağıtıldığı kabul edilir. Mesela, «Sinan çalışkandır.» gibi bir önermede, çalışkan olmak Sinan isimli şahsın tamamını ilgilendirdiği için, özne üzerine tam olarak dağıtılmıştır. Bu sebeple de öznesi özel ad olan bu gibi önermeler, tümel önermeler sınıfına girerler.
Bu dört tür önermede özne ve yüklem arasındaki ilişkiyi şematik olarak göstermek gerekirse:

6.2 Önermelerde Dağıtıcılığın Diyagramlarla Gösterilmesi
Önermelerin özne ve yüklemleri arasındaki bu ilişkiler, L. Euler (1707-1738) şemalarıyla da ifade edilebilir.
Bir önermede öznenin işaret etmek durumunda olduğu nesneler bir S dairesiyle, yüklemin işaret etmek durumunda olduğu nesneler ise P dairesiyle gösterilirse, bu iki daire arasında aşağıdaki beş şık sözkonusu olabilir:

Dikkat edilirse, her önerme için geçerli olan şema, aynı zamanda hangi terimin dağıtıldığını, hangisinin dağıtılmadığını da göstermektedir. Mesela, II. şemada S dairesinin P dairesi içinde yer almış olması, S’nin P’ye göre dağıtıldığını, yani P’nin S’yi tam olarak kapsadığını; fakat bütün P’lerin S’ye ait olmadığını, bu durumda P’nin S’ye göre dağıtılmadığını göstermektedir.
Euler diyagramlarından sonra J. Venn (1834-1923), özne ve yüklem arasındaki ilişkiyi daha az şekil kullanarak ifade edebilmiştir. Bu yeni diyagramlarının diğer bir özelliği, aynı zamanda geçerli kıyasların tespitinde de kullanılan yöntemlerden birisi olmasıdır.
Venn diyagramlarıyla kategorik önermeleri gösterirken dayanılan prensip, tümel önermeler için ilgili bölgenin taranması; tikel önermeler için ise, ilgili bölgeye çarpı konulmasıdır. Yani:

Tümel olumlu önermeleri gösteren diyagramdaki taralı alan, (bütün S’ler P olduğuna göre) S’ye ait olup da P’ye ait olmayan hiçbir nesnenin bulunmadığını, yani bu bölgenin boş olduğunu bildirmektedir.
Tümel olumsuz önermeleri gösteren diyagramda S ve P dairelerinin kesişim bölgelerindeki alanın taralı olması, S ve P arasında ortak hiçbir nesnenin (veya elemanın) bulunmadığını, yani bu bölgenin boş olduğunu ifade etmektedir.
Tikel olumlu önermeleri temsil eden diyagramda kesişim bölgesindeki çarpı, S ve P daireleriyle temsil edilen nesneler (yani, özne ve yüklem) arasında en az bir elemanın ortak olduğunu anlatmaktadır.
Tikel olumsuz önermeleri ifade eden IV. diyagram, P olmayan nesnelerden en az bir tanesinin S dairesiyle temsil edilen nesneler arasında yer aldığını; diğer bir ifadeyle, S ile temsil edilen nesnelerden en az bir tanesinin P olmayan nesneler arasında bulunduğunu söylemektedir.
Bölüm Özeti
“Dağıtıcılık” kavramı ele alınmış, önermelerdeki işlevi örneklerle ve uygulamalı olarak açıklanmış, ayrıca Euler ve Venn şemaları kullanılarak dağıtıcılık görsel olarak da izah edilmiştir.
OKUMA PARÇASI
MODAL ÖNERMELER
Modal önermeler, Antikçağ’da Aristoteles, çeşitli mantık okulları (özellikle Stoa-Megara okulu) ve diğer bazı mantıkçılar tarafından (bu konuda mesela bkz. Bochenski, 1951) ele alınmış ve günümüze kadar işlenegelmiştir.
Kategorik önermelerin bir önermenin nicelik ve nitelik yönünden taşıdığı özelliklere dayanarak tanımlanmalarına karşılık, modal önermeler, önermelerin bütünü dikkate alınarak tanımlanırlar.
Aristoteles geleneği çerçevesinde modal önermeler, assertorik, zorunlu ve mümkün olmak üzere üç gruba ayrılırlar. Bu durumda Q gibi kategorik bir önermenin modalitesinden söz etmek, Q önermesinin assertorik olduğunu veya Q önermesinin mümkün olduğunu veya Q önermesinin zorunlu olduğunu, yani bir Q önermesinin taşıdığı (modal) özelliği ifade etmek anlamına gelir.
Assertorik türden modal önermeler, öznesi ve yüklemi arasında basit bir bağın kurulduğu önermelerdir. Mesela, S, P’dir şeklindeki bir önermede, ‘S’ gibi bir öznenin T’ gibi bir özellik taşıdığı ifade edilir. Böyle bir önermede, S ile P arasında gerçekleşeceği umulan (contingent) bir bağ kurulmuştur.
Assertorik türden önermelerin doğrulanması kadar yanlışlanması da imkân dahilindedir. Diğer bir deyişle, birbirinin tersi iki assertorik önermenin gerçekleşmesi bir çelişki yaratmaz. Mesela, «insanlar iyidir» veya «felsefe öğrenmek yararlıdır» gibi assertorik önermelerin hem kendisi hem de tersi doğru olabilir.
Zorunlu (apodiktik) önermeler, her zaman ve her şart altında doğru olmayı ifade ederler. Matematik gibi formel bilimlere ait (mesela, «iki kere iki dört eder» şeklindeki) önermeler; belli dönemlerde belli toplumlarda geçerli olan ahlak vb. tür yargıları ifade eden önermeler bu gruba girerler. Bu gruba giren bir önermenin ve tersi olan önermenin beraberce doğru olması, ait oldukları sistemin çelişik olması anlamına gelir.
Mümkün önermeler, olasılık durumunu dile getiren önermelerdir. Bir olasılık durumu, «yarın kar yağması muhtemeldir» şeklinde açık olarak ifade edildiği gibi, «bütün cisimler düşer» önermesinde olduğu şekilde örtük olarak da ifade edilmiş olabilir. Bu durumda, fizik, kimya, biyoloji gibi deneysel bilimler de dahil olmak üzere empirik bilgi taşıyan bütün önermeler bu gruba girerler. Çünkü bu gibi önermelerin doğruluğu ancak belirli şartlarda ve belirli bir olasılık derecesinde mümkün olabilir. Mesela, «yarın güneş doğacaktır» önermesinin hiçbir zaman bir zorunluluk ifade ettiği söylenemez. Çünkü, pek çok sebepten dolayı, yarın güneş doğmayabilir.
Modal önermeleri, kategorik önermelerde olduğu gibi, nicelik ve niteliklerine göre ayırmak mümkündür. Mesela:

Bu önermelerin olumsuzlarından da söz etmek şüphesiz mümkündür.
Modal önermeler arasında, yine kategorik önermelerde olduğu gibi, karşıtlık karesi yardımıyla aşağıda belirtilen türden ilişkiler kurulabilir. (Bu konuda bkz. W. ve M. Kneale, s.86).

Assertorik bir önerme ise, hem «P-mümkündür» hem de «P-zorunlu değildir» önermelerini kapsar.
Bu tablodaki modal önermeler arasında da bu önermelerin doğruluk değerleri dikkate alınarak birtakım ilişkiler kurulabilir. Mesela karşıt iki modal önerme, kategorik önermelerde olduğu gibi, beraberce doğru olamaz. Bir örnek olarak, «eşkenar bir üçgenin üç açısının eşit olması zorunludur» gibi bir önermeyle, bu önermenin karşıtı durumunda olan «eşkenar bir üçgenin üç açısının birbirine eşit olması mümkün değildir» gibi bir önerme beraberce doğru olamaz. Fakat karşıt iki modal önermeden birisi yanlışsa, diğeri de yanlış olabilir. Yine bir örnek olarak, «bütün üçgenlerin ikizkenar olması zorunludur» önermesi ve bu önermenin karşıtı olan «hiçbir üçgenin ikizkenar olması mümkün değildir» önermesi birlikte yanlış olabilir.
Fakat bu benzerliğe rağmen, modal önermeler arasındaki ilişki, kategorik önermeler arasındaki ilişkinin tam bir benzeri değildir. Çünkü, dikkat edilirse, yukandaki karşıtlık karesinde tikel modal önermelere yer verilmemiştir.
Aynca, kategorik önermeleri ve modal önermeleri mahiyetçe farklı iki ayrı önerme tipi olarak değerlendirmek gerekir. Mesela, «bütün insanlar konuşur» gibi bir önermeyle «bütün üçgenlerin iç açılarının toplamı yüz seksen derecedir» gibi bir önerme, tümel olumlu olduk-ları için, kategorik önermeler açısından aynı değere sahiptirler. Fakat bu iki önermeye modal önermeler açısından bakılırsa, farklı özellikler taşıdığı görülür. Çünkü ilk önerme «mümkün bir önerme» olmasına karşılık ikinci önerme «zorunlu bir önerme» durumundadır.
Aristoteles, mantığı fiziksel nesnelerle ilgi içinde (yani, ontolojik içerikli olarak) düşünmüştür. 5Bu özelliğin modal önermelere daha uygun düştüğünü söylemek gerekir. Çünkü «bütün insanların konuşması mümkündür» şeklindeki modal bir önerme, insanların konuşmasını gözlemenin ötesinde, bu eylemin niçin mümkün olduğunu da ilave gözlemlerle bilmemizi gerektirecektir. Bu durum, iki önerme türünün arasındaki mahiyet farkını gösteren diğer bir örnektir.
Modal mantık ilkin Antikçağ’da Aristoteles ve diğer mantıkçılar tarafından ele alınmış, daha sonraları ise bazı Ortaçağ mantıkçıları, ayrıca Farabi, İbn Sina ve Kant gibi düşünürler tarafından işlenmiştir.6Yakın zamanlarda ise, modal önermelerin, bilgi teorisinin ve metafiziğinin konusunu oluşturabileceği (mesela bkz. Bradley, s. 181-221) ileri sürülmüştür. Fakat C. I. Lewis’le başlayan çalışmalar (1918 ve bazı düzeltmelerle Lewis-Langford, 1932) sayesinde modal mantık formel hale getirilmiş durumdadır.7
İşte günümüzde bu çalışmalar sayesinde, aralarındaki mahiyet farkına rağmen, kategorik önermeleri ve modal önermeleri formal mantık çerçevesinde ele almak mümkün olabilmektedir. Fakat, kendilerine özgü kurallar söz-konusu olduğu için, burada modal mantıkla ilgili çalışmalar üzerinde durulmayacaktır.
Kaynakça
EK KAYNAKLAR

KM-5

5. ÖNERME ÇEŞİTLERİ
Giriş
Basit kategorik önermeler, mantık açısından bakıldığında, akılyürütme işleminin başlangıcını oluşturan birimlerdir. Daha önce de işaret edildiği gibi, bir doğruluk değeri taşıdıkları için, aralarındaki ilişki mantıkça denetlenebilir olmak özelliği taşımaktadır. Önermelerin doğruluğu değil, aralarındaki (mantıksal) ilişki mantığın konusunu oluşturur. Bütün bu süreçler, önermelerin sembolleştirilmesi ve sonuçta yapay bir dil oluşturulmasıyla gerçekleşmektedir.
5.1. Basit Kategorik Önermeler
Basit kategorik önermeler; sadece özne, yüklem ve bağlaçtan meydana gelirler. Bu önermeler, özne ve yüklem arasındaki ilişkiye göre, tümel olumlu, tümel olumsuz, tikel olumlu ve tikel olumsuz olmak üzere dörde ayrılırlar.
Kategorik olmayan basit önermeler, modal önermelerdir. Bu önermelerde özne ve yüklem arasındaki ilişki değil, önermenin bütünüyle ilgili (modal) bir özellik sözkonusudur.
Basit önerme görünümüde olmakla birlikte, özne konumundaki terim sayısı bireden fazla olan ve bir bağıntı bildiren önermeleri de ayrıca dikkate almak gerekir. “Kalem masanın üzerindedir” gibi bir önermede özne, iki nesne (kalem ve masa) arasında bir ilişki dile getirse de, tek bir özne olarak yorumlanabilir. Fakat böyle bir önerme. basit bir önerme olarak düşünülse bile, ayrı bir başlık altında ele almak gerekir. Bir önerme (bu son örnekte olduğu gibi) ikili, üçlü, dörtlü vs bir bağıntı da bildirebilir. Bağıntı bildiren önermelerin mantıksal özelliklerini daha yakından görebilmek için modern mantık çalışmalarını beklemek gerekmektedir.
5.2 Basit Kategorik Önerme Çeşitleri
Şimdi tekrar kategorik önermelere dönelim ve klasik mantık açısından kategorik önermelerinin ne şekilde ele alındıkları özellikleri üzerinde duralım.
Kategorik önermeler, özne ve yüklemin arasındaki nitel ve nicel ilişkiye bağlı olarak dörde ayrılırlar. içinde tümel nitelikte olanlarda yüklem, öznenin tamamıyla ilgili (olumlu veya olumsuz) bir bilgi ortaya koyar. Mesela, «bütün çimenler yeşildir» gibi bir önermede «çimen» terimiyle işaret edilen nesnelerin tamamının, yüklem durumundaki «yeşil» terimiyle ifade edilen özelliğe sahip olduğu dile getirilmiştir. Bu sebeple de bu gibi önermeler, (öznenin tamamından söz edildiği için) tümel ve (özne ve yüklem arasında bir ilişkinin mevcudiyeti bildirildiği için) olumludur. Fakat, «hiçbir çimen siyah değildir» gibi bir önermede öznenin tamamıyla ilgili bir bilgi ortaya konulduğu için tümel, özne ve yüklem arasında bir bağın olmadığı dile getirildiği için de önerme olumsuzdur.
Özne ve yüklem arasında kısmi bir bağ kurulmuşsa, bu gibi önermeler tikel bir özellik taşırlar. Tikel önermeler de olumlu veya olumsuz olabilirler. Mesela «bazı gözlükler madenidir» şeklindeki bir önerme tikel ve olumlu önermelere; «bazı televizyonlar renkli değildir» gibi bir önerme ise tikel ve olumsuz önermelere birer örnektir.
Bir de «Ali çalışkandır» şeklinde öznesi özel bir ad olan önermelerden söz edilebilir. Bu gibi önermelerin de tümel olarak nitelendirilmesi gerekir. Çünkü bu önermelerde yüklem, diğer tümel önermelerde olduğu gibi, öznenin tamamını kapsamaktadır.
Bu durumda kategorik önermeler niceliklerine göre tümel ve tikel, niteliklerine göre ise olumlu ve olumsuz olmak üzere dörde ayrılmış olmaktadır. Bu dört önerme arasındaki ilişki şematik olarak şöyle ifade edilebilir:

Bu dört önerme geleneksel olarak: SaP (Bütün S’ler P’dir), SeP (Hiçbir S, P değildir), SıP (Bazı S’ler P’dir) ve SoP (Bazı S’ler P değildir) şeklinde, veya kısaca A, E, I, O sembolleriyle ifade edilirler.2
Tümel olumlu önermelerin kendilerine has bir özelliği vardır. Tümel olumlu bir önerme, olgularla ilgili bir bilgi dile getirse de, öznesiyle işaret ettiği nesnelerin mevcut olması her zaman sözkonusu olmayabilir. Yani tümel olumlu bir önermenin doğru veya yanlış olması, tikel önermelerin aksine, özneyle işaret edilen nesnenin mevcudiyetini gerektirmeyebilir. Mesela, Newton’un üç numaralı tanımına (veya aksiyomuna) göre (Newton, 1974, cilt I, s. 2): «Hareket halinde ve dışarıdan bir kuvvet etkisi altında olmayan cisimler bu hareketlerini; yine dışandan bir kuvvet etkisi altında olmayan ve durmakta olan cisimler bu durağan hallerini korurlar» şeklinde tasvir edilen olguların mevcudiyeti hiç de gerekli değildir. Nitekim, kendisine hiçbir kuvvetin tesir etmeyeceği (süratli hareket halinde veya durağan halde bulunan) bir cisim sadece tasavvurda vardır.
Halbuki, «bazı kırk kanatlı atlar şarkı söyler» gibi tikel bir önermenin doğruluğundan (veya yanlışlığından) söz edilmesi için, bu gibi önermelerin öznesiyle işaret edilen en az bir nesnenin mevcut olması gerekir. Nitekim, «dışarıdan kendisine hiçbir kuvvetin tesir etmeyeceği bazı cisimler, hareketlerini korurlar» gibi bir önermenin doğruluğundan söz edilebilmesi için, sözü edilen türden en az bir nesnenin mevcudiyetine ihtiyaç duyulacağı açıktır.
5.3. Karşıtlık Karesi
Sözkonusu dört basit kategorik önermenin mantık açısından birbirleriyle olan ilişkileri, «karşıtlık karesi» («opposition square») adı verilen şemayla aşağıdaki şekilde ifade edilir.

Karşıt (contrary) önermelerin (A ve E) özelliği, beraberce yanlış olabilmeleri, fakat beraberce doğru olamamalarıdır. Mesela «bütün kazaklar iki kolludur» gibi tümel olumlu bir önerme doğruysa, bu önermenin karşıtı olan «hiçbir kazak iki kollu değildir» gibi tümel olumsuz bir önerme yanlış olacaktır. Fakat, hem «bütün gözlükler madenidir» gibi bir önermenin, hem de «hiçbir gözlük madeni değildir» gibi diğerinin karşıtı olan bir önermenin beraberce yanlış olması mümkündür.
Alt-karşıt (sub-contrary) önermelerin (yani, I ve O) özelliği ise, beraberce doğru olabilmeleri, fakat beraberce yanlış olamamalarıdır. Nitekim, «bazı gözlükler madenidir» gibi tikel olumlu bir önermeyle bu önermenin alt-karşıtı olan «bazı gözlükler madeni değildir» gibi tikel olumsuz bir önerme beraberce doğru olabilir. Ne var ki, alt-karşıt iki önerme, beraberce yanlış olamaz. Mesela, «bazı üçgenler ikizkenardır» ve «bazı üçgenler ikizkenar değildir» gibi birisi tikel olumlu, diğeri tikel olumsuz iki önermenin birlikte yanlış olamayacağı açıkça ortadadır.
Alt-karşıt önermelerde olumlu önermenin yanlış olduğu biliniyorsa, doğru olması gereken olumsuz önermeden üçüncü ve yeni bir önerme türetilmemelidir. Mesela, «bazı çiçekler şarkı söyler» (tekil olumlu) önermesi yanlıştır. Dolayısıyla alt-karşıtı olan «bazı çiçekler şarkı söylemez» önermesinin yanlış olmaması gerekir. Nitekim bu önerme doğrudur. Fakat böyle bir önermeden, o halde «şarkı söyleyen bazı çiçekler vardır» gibi bir önermeye geçilemez. Tikel olumsuz bir önermeden ne gibi önermelere geçilebileceği III. Bölüm’de ele alınacaktır.
Çelişik önermelere (contradictory) (yani, «A ve O» ile «E ve I» ya) gelince: Bu önerme çiftlerinden birisi doğruysa diğeri mutlaka yanlıştır. Mesela, «bütün insanlar solunum yapar» gibi tümel olumlu bir önerme doğruysa, bu önermenin çelişiği olan «bazı insanlar solunum yapmaz» şeklindeki tikel olumsuz önerme yanlış olur. Eğer tümel olumlu önerme yanlış olursa, bu sefer bu önermenin çelişiği tikel olumsuz önermenin doğru olması gerekir. Mesela, «bütün insanlar şairdir» önermesinin yanlış olmasına karşılık, «bazı insanlar şair değildir» önermesi doğrudur.
Aynı durum diğer çelişik önermeler (yani, E ve I türü önermeler) için de geçerlidir. Nitekim, «bazı çiçekler güzel kokuludur» gibi tikel olumlu bir önerme doğruysa, «hiçbir çiçek güzel kokulu değildir» tümel olumsuz önermesi yanlıştır.
Altık (sub-altern) önermelerden tümel olanı (yani, A ya da E) doğruysa, tikel olanı (yani, I ya da O) da mutlaka doğrudur. Mesela, «bütün canlılar solunum yapar» önermesi doğruysa, bu önermenin altığı olan «bazı canlılar solunum yapar» şeklindeki tikel olumlu önerme de doğrudur. Aynı şekilde, «hiçbir kaplumbağa hızlı koşamaz» gibi tümel olumsuz bir önerme doğruysa, bu önermenin altığı durumundaki «bazı kaplumbağalar hızlı koşamaz» gibi bir önerme de doğrudur.
Fakat, eğer altık durumunda olan tikel önermeler doğruysa, bu önermelerin tümeli önerme doğru olmayabilir. Mesela, «bazı kalemler madenidir» önermesinin doğru olması, «bütün kalemler madenidir» önermesinin doğru olmasını gerektirmez. Buna karşılık, eğer tikel önermeler yanlışsa bu önermelerin tümeli önerme de mutlaka yanlıştır. Mesela, «bazı insanlar kanatlıdır» şeklindeki yanlış tikel olumlu bir önermenin tümeli «bütün insanlar kanatlıdır» şeklindeki önerme de mutlaka yanlıştır.
Eğer tümel bir önerme yanlışsa, bu önermenin altığı önerme belirsizdir; yani, bazen doğru, bazen yanlış olur. Mesela, «bütün balinalar gözlük kullanır» şeklindeki tümel olumlu bir önerme ve onun altığı «bazı balinalar gözlük kullanır» şeklindeki tikel olumlu önerme yanlıştır. Fakat, «bütün bardaklar camdan yapılmıştır» tümel olumlu önermenin yanlış olmasına karşılık, bu önermenin altığı olan «bazı bardaklar camdan yapılmıştır» önermesi doğrudur. Bu sebeple, tümel olumlu bir önermenin yanlış olması halinde, altığı durumundaki önermenin doğruluk değeri hakkında bir şey söylenemez.
Kategorik önermeler arasında karşıtlık karesi yardımıyla tanımlanan yukarıda bir kısmına işaret edilmiş ilişkileri bir tablo halinde ifade etmek mümkündür:

Bu tablo sayesinde, basit kategorik önermeler arasındaki yukarıda sözü edilmiş olan ilişkiler, doğruluk değeri açısından ifade edilmiş olmaktadır.
5.4. Basit-Olmayan (Bileşik) Önermeler
Basit olmayan kategorik önermeler, «karmaşık veya bileşik önermeler» adı altında anılırlar. Bu gibi ifadelerde eklemlerle birbirlerine bağlanan birden çok önerme sözkonusudur. Dolaysıyla da bu gibi ifadelerde birden çok önerme birarada bulunur. Bu önermeler farklı eklemlerin kullanılmasıyla düşüncelerimizi daha ayrıntılı ifade edebilmemize olanak verirler.. Karmaşık ifadeler arasında en fazla kullanılanları, «hipotetik», «ayrık» («disjunctive») ve «bileşik («conjunctive») olarak
adlandırılır. 3 Hipotetik ifadeler “ise” eklemi, ayrık ifadeler “veya” eklemi, bileşik ifadeler ise “ve” eklemi kullanılarak oluşturulur. Elbette bu eklemleri birlikte kullanmak da mümküdür. Mesela “eğer A ve B, C ise, hem C hem D hem de F, A veya ~B veya F’dir” şeklinde bir ifade, farklı eklemelerin biraraya getirilmesiyle oluşmuştur. Böyle bir ifadede ana eklemin hangisi olduğu, diğer ifadelerin birbirleriyle nasıl ilişkilendirildiği, mantıkta parantezler kullanılarak ifade edilir. Konuşma sırasında ise sözkonusu ayrımın yapılması vurgularla, yazı dilinde ise parantezlarle ifade edilmeye çalışılır. Bu yöntemlerin yanlış anlamalara açık olduğu ortadadır. Hâlbuki mantık, yapay bir dil olarak, belirsizlik ve çokanlamlılıklardan arındırılmış bir yapıdadır.
Dilin kullanımı açısından da günlük konuşmalarımız bu belirsizliklere açıktır. Mesela hipotetik bir ifade, iki önermenin birbirine şart eklemiyle bağlanmasıyla meydana gelirler. Bu bağıntı, «eğer a, b ise a, c’dir» (mesela, «eğer bütün canlılar nefes alıyorsa, bütün canlıların solunum organı vardır») şeklinde olabileceği gibi, «eğer a, b ise c, d’dir» (mesela, «eğer arabayı hızlı kullanırsan, otobüsle giderim») şeklinde de olabilir.
Bazı mantıkçılar, aralarında açık ve kesin bir tanım vermek zor olsa da, hipotetik ifadeleri şartlı ifadelerden ayırmışlardır. Keynes’e göre hipotetik ifadeler, iki doğruluk değeri arasında bağ kurmak durumundadır (age, s. 164). Yani, «a, b ise c, d’dir» ifadesinde «c, d’dir» gibi bir önermenin doğruluğu «a, b’dir» gibi bir önermenin doğruluğuna bağlı olarak sağlanıyorsa, bu ifade hipotetiktir. Mesela, «bir üçgenin iç açılarının toplamı iki dik açıya eşitse, dik açılı bir üçgenin iki dar açısı birbirine eşittir» ifadesi bu duruma bir örnektir.
Yine Keynes, şartlı ifadeleri, bir olgunun diğerini belirlemesi olarak tanımlamıştır (age, s. 161). Yani, «eğer a, b ise c, d’dir» gibi bir ifadede «c, d’dir» önermesinin doğru olabilmesi için «a, b’dir» önermesinin bir olguyu dile getirmesi gerekir. Mesela, «bu bir canlıysa, bu nesnenin nefes alması gerekir» gibi bir ifadede «nefes alma» olgusunun mevcut olmasının şartı, (ilk olgunun yani) canlı olma olgusunun varolmasıyla sağlanabilir. Bu sebeple, yukarıdaki gibi bir ifade, «şartlı ifade» özelliği taşır.
Günümüzde önermeler mantığı açısından, hipotetik ve şartlı ifadeler arasında bir ayrım yapmak gereği yoktur. Çünkü, p ve q gibi iki önerme sadece «p ise q» şeklinde, yani herhangi bir önermenin «ise» eklemiyle birbirine bağlanması olarak düşünülmektedir*.
Klasik mantığın önermelere bu bakışı, modern mantıkla arasındaki önemli bir farka işaret eder. Modern mantık, önermeleri özne ve yüklem arasındaki ilişkinin eklemleri dikkate alınarak tanımlanmasına göre değil, p, q, r gibi sembollerle ifade edilen birimler olarak tanımlar. Eklemlerin farklı tanımı ve niceleme mantığı, modern mantığın sağladığı diğer olanaklar arasında bulunur. Bu olanaklar, özellikle kullanlan sembolik dil vasıtsıyla sağlanmaktadır. Sembolleştirilme, bu iki mantık arasındaki farkı da karakterize etmektedir.
İki veya daha fazla önermeyi birbirine bağlamada sıkça kullandığımız diğer eklemler, ‘ve’ ya da ‘veya’ eklemleridir. Bu eklemleri kullanarak, «a, b’dir veya a, c’dir» (mesela, «kalem burada veya çantamdadır») şeklindeki ayrık ifadeler; ya da «a, b’dir ve a, c’dir» (mesela, «altın değerli ve sarı renklidir») şeklindeki bileşik ifadeler elde edilir.
Önermeler arasında yapılabilecek bu gibi işlemleri de modern mantık vasıtasıyla ifade edilirken önermelerin içeriği hiç dikkate alınmaz, sadece önermeleri birbirine bağlayan eklemlerin (önerme eklemleri) tanımı üzerinden hareket edilir. Halbuki klasik mantıkta, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, bağ kurulan önermeler arasındaki olgusal ilişki dikkate alınır.
Klasik mantık içinde gerek hipotetik ifadelerin, gerek ayrık ve bileşik ifadelerin hem modalitelerinden hem de bu ifadelerin karşıtı, çelişiği ve altığı durumundaki modal ifadelerden söz etmek mümkündür. Bu husus, çeşitli problemlerin ayrıntılı bir şekilde incelenmesini de beraberinde getireceği için, üzerinde durulmayacaktır.
Bölüm Özeti
Önermelerin çeşitleri klasik mantık açısından ve ayrıca modern mantıkla olan ilgileri açısından ele alınmıştır. Daha sonra kategorik önermelerin nicelik ve nitelik açısından sahip oldukları özellikler ele alınarak aralarındaki ilişki karşıtlık karesi yardımıyla açıklanmıştır. Bu ilişkilere gündelik dilden örnekler verilmiştir.
Kaynakça

KM-4

4. ÖNERMELER
Giriş
Önermeler (proposition), yargılarımızı dile getiren cümlelerdir. Her önermenin bir cümle olmasına karşılık, her cümle (sentence) bir önerme değildir. Mesela «kaleminizi alın!», «hava güneşli mi?» gibi ifadeler birer cümledir. Fakat bu gibi (emir, soru, dilek vs. bildiren) cümleler bir önerme değildir. Çünkü önermeler, bir yargı dile getirirler.
Her önermenin bir yargı dile getirmesine karşılık her yargı (judgment) da bir önerme olmayabilir. Çünkü bir ifadenin bir önerme sayılabilmesi için, bir özne ve bir yüklem ve bu iki terimi birbirine bağlayan bir bağlaçtan meydana gelmiş olması gerekir. Bu durumda, «iyi!», «güzel!» gibi ifadeler bir yargı dile getirmekle birlikte önerme sayılmazlar. Bir yargının önerme sayılabilmesi için doğruluk değeri taşıması gerekir. Doğruluk değeri ise, bir özne ve bir yüklem arasında ilişki kurmak suretiyle bir yargıyı dile getiren cümleler için sözkonusu olabilir. Yani kısaca, bir önerme, doğru veya yanlış değeri alabilen cümledir. Bu özellikleri dolayısıyla da mantığın konusunu oluştururlar.
4.1. Önerme Nedir?
Önermeler (proposition), yargılarımızı dile getiren cümlelerdir. Her önermenin bir cümle olmasına karşılık, her cümle (sentence) bir önerme değildir. Mesela «kaleminizi alın!», «hava güneşli mi?» gibi ifadeler birer cümledir. Fakat bu gibi (emir, soru, dilek vs. bildiren) cümleler bir önerme değildir. Çünkü önermeler, bir yargı dile getirirler.
Her önermenin bir yargı dile getirmesine karşılık her yargı (judgment) da bir önerme olmayabilir. Çünkü, bir ifadenin bir önerme sayılabilmesi için, bir özne ve bir yüklem ve bu iki terimi birbirine bağlayan bir bağlaçtan meydana gelmiş olması gerekir. Bu durumda, «iyi!», «güzel!» gibi ifadeler bir yargı dile getirmekle birlikte önerme sayılmazlar. Bir yargının önerme sayılabilmesi için doğruluk değeri taşıması gerekir. Doğruluk değeri ise, bir özne ve bir yüklem arasında ilişki kurmak suretiyle bir yargıyı dile getiren cümleler için sözkonusu olabilir. Yani kısaca, bir önerme, doğru veya yanlış değeri alabilen cümledir. Bu özellikleri dolayısıyla da mantığın konusunu oluştururlar.
Bir önermenin doğruluğunun tespiti mantığın konusu içine girmez. Bir önermenin doğruluğu gözlem, deney, hesap veya başka bir ya da birden çok yöntemle tespit edilebilir. Mesela, «kitap açıktır» gibi bir önermenin doğruluğu, yapılacak gözlemle, yani kitabın açık veya kapalı olmasıyla; «iyilik kaybolmaz» gibi bir önermenin doğruluğunun tespiti şahsi tecrübelerle; «iki kere iki dört eder» gibi bir önermenin doğruluğunun tespiti birtakım matematik işlemler sayesinde mümkün olabilir. Bu bakımdan, bir önermenin doğruluğunun tespitinde mantıkçının herhangi bir rol oynaması sözkonusu olamaz.
Mantıkçının görevi, bir veya birden çok önerme önerme ile bir veya birden çok önerme arasında çıkarım ilişkisi kurulmasına ilişkin kuralları ortaya koymaktır. Dikkat edilirse bu kurallar, mantıksal bir özellik taşımak durumundadırlar. Dolayısıyla da burada mantıksal özellikte bir çıkarım işlemi sözkonusu olacaktır. Kısaca, doğruluğu herhangi bir yolla tespit edilebilecek bir veya birden çok önermeden hareketle artık mantıkça doğru olması gereken önerme veya önermelere ulaşmak, mantığın temel konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aşağıdaki bölümde klasik mantık açısından birden çok önerme arasından mantıkça ilişki kurulmasına olnak veren çıkarım kurallarının neler olduğu ele alınacaktır. Fakat daha önce, önermelerin mantık açısından çeşitlerinin ve özelliklerinin neler olduğu üzerinde durulacaktır. Zira bir önerme, sahip olduğu (mantıksal) özellikler çerçevesinde yeni önermelerin elde edilmesine imkân verebilir. Dolayısıyla da sonraki adımda önermeler arasındaki eşdeğerlik ilişkisini kurmamıza olanak veren (mantıksal) kuralları ortaya koymak mümkün olur.
Önermeler günümüzde de ayrı bir araştırma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. «Önermelerin mahiyeti nedir?» sorusu, üzerinde durulan başlıca problemler arasında yer almaktadır1

Bölüm Özeti
Önermenin tanımı yapılarak, önerme-cümle ayrımı örneklerle anlatılmış ve mantıktaki yeri işaret edilmiştir.
Kaynakça

KM-3

3. TERİMLERDE KULLANMA VE ANMA
Giriş
Bir terimin kullanılması ve anılmasını birbirinden ayırmanın gerekli olduğu G. Frege’nin (1848-1925) katkısıyla günümüz mantıkçılarının dikkatini çekmiştir. Bu durum, her terimin biri diğerinden bağımsız «kullanma» ve «anma» isimli birbirinden mutlaka ayrılması gereken farklı iki özellik taşımasına dayanmaktadır.
3.1. Terimlerde Kullanma Ve Anma Arasındaki Fark
Bir terim, herhangi bir nesneye işaret etmek amacıyla kullanılabildiği gibi, aynı terimin kendisi de bir obje olarak ele alınabilir. Bu durumda birinci amaç çerçevesinde bir terim kullanılmış, ikincisinde ise aynı terim anılmış olur. Mesela,
Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanıdır.
ifadesinde Atatürk, bir kişiye işaret etmek amacıyla kullanılmıştır. Hâlbuki
‘Atatürk’, ‘Ata’ ve ‘Türk’ kelimelerinden oluşmuştur.
veya,
‘Atatürk’ yedi harfli bir kelimedir.
şeklindeki ifadelerde aynı terim herhangi bir nesneye işaret etme durumunda olmayıp, terimin kendisinden söz edilmekte, yani anılmaktadır.
Bir terimin kullanılması ve anılması arasındaki ayrımı ifade etmenin yolu, anılan terimi tırnak içinde yazmakla olur. Aksi takdirde birtakım güçlükler doğabilir. Mesela,
949 - 948 = 1
eşitliğindeki sonucun Türkçedeki okunuşunu yazarsak, eşitlik,
949 - 948 = Bir
şeklini alır. Her iki eşitlikten yararlanarak tırnak işareti de kullanmazsak,
1 = Bir
yazabiliriz. Bir, üç harfli bir kelime durumunda bulunduğuna göre, yukarıdaki eşitlik yerini,
949 - 948 = Üç harfli bir kelimedir.
gibi anlamsız bir sonuca bırakır. Hâlbuki bir terimin anılması ve kullanılmasının aynı şeyler olmadığı dikkate alınır ve bu da tırnak işaretleriyle gösterilirse, yukarıdaki gibi bir sonuca ulaşılamaz. Çünkü ancak,
‘Bir’, üç harfli bir kelimedir.
diye yazabiliriz. Ayrıca, bir terimin kullanılması ve anılması aynı şey olmadığına göre; yani:
bir ≠ ‘bir’
olacağına göre,
1 ≠ ‘bir’
olması gerekir. Dolayısıyla da 949 - 948 gibi bir çıkarmanın üç harfli bir kelimeye eşit olması sözkonusu olamaz.
Bir terimin anıldığının belirtilmesi, günlük kullanımda önemsenmeyebilir. Fakat bazı uzun ifadelerde bu hususun belirtilmesi kaçınılmazdır. Mesela,
Yanlış altı harflik bir terimdir ifadesi yanlıştır ifadesi doğru bir ifadedir yanlıştır ifadesi doğrudur doğrudur, gibi daha da uzatılması mümkün olan bir cümle, ancak aşağıdaki parantezler sayesinde bir anlam kazanabilir ve doğruluğuna karar verilebilir.
“““ ‘““ ““ ‘“ “ ‘Yanlış’ altı harflik bir terimdir.” ifadesi yanlıştır’” ifadesi doğru bir ifadedir”” yanlıştır”‘“ ifadesi doğrudur””” doğrudur.
Burada kullanılan her tırnak işareti, bir üst-dil’e (meta-dil) işaret etmektedir. Bu durumda, yukarıdaki ifadede altı basamaklı bir dil sözkonusudur. Böyle bir ifadenin anlamlı olabilmesi için bu basamakların belirtilmesi gerekmektedir. Bunun yolu ise tırnak işaretleri kullanmaktır.
Bölüm Özeti
Terimlerde kullanma ve anma arasındaki fark ile terimlerin çokanlamlılığı örneklerle öğretilmiştir.
OKUMA PARÇASI
TERİMLERİN NESNELERLE OLAN İLİŞKİSİ VE TERİMLERİN ANLAMI: KAPLAM VE İÇLEM
İçlem ve kaplam, klasik mantık içinde son derece önemli bir yer tutmuş, değişik biçimlerde günümüze kadar önemini korumuştur.
İçlem ve kaplam, terimlerin işaret etme ve anlam taşıma özelliklerinin ele alınmasıdır. Her terim, hem nesnelere işaret eder, hem de bu nesnelerle ilgili olarak bir bilgi taşır. Sözgelimi, «masa» terimi hem birtakım nesnelere işaret eder, hem de bu kelimeyi bilen birisinin zihninde bu nesneyle ilgili bazı bilgilerin hatırlanmasına yol açar. İşte terimlerin işaret etmek veya herhangi türden nesne (veya nesnelere) uygulanma özelliğini dile getirmek için «kaplam» («şümul», «extension»); terimlerin bir anlam taşıma özelliklerini dile getirmek için ise «içlem» («tazam-mun», «intension» veya «comprehension») ifadeleri kullanılır.
İçlem ve kaplam probleminin felsefe içindeki yeri iki ayrı dönemde ele alınabilir. Birinci dönem Aristoteles’in, ikinci dönem ise büyük ölçüde Frege’nin çalışmalarıyla başlamıştır. Burada sadece «içlem» ve «kaplam» kavramlarının birinci dönem içindeki yeri ana hatlarıyla belirlenmeye çalışılacaktır. İkinci dönem, ilkine göre değişik bir anlayış üzerine kurulduğu için ele alınmayacaktır.
«İçlem» ve «kaplam» kavramları ilk defa Port-Royal mantıkçıları tarafından özel terimlerle anılmış ve tanımları verilmiştir. Fakat bu kavramlarla ilgili problemlerin ilk ortaya çıkması Aristoteles sayesinde olmuştur. Aristoteles’in kategoriler ve cevher konusundaki görüşleri, sözkonusu kavramlarla ilgili problemlerin doğuşuna zemin hazırlamıştır. «İçlem» ve «kaplam» kavramları, Aristoteles’den sonra da, özellikle «cevher» kavramıyla olan ilişkisini sürdürmüştür. Bu bakımdan «içlem» ve «kaplam» kavramlarının felsefe içindeki yeri, cevher problemiyle paralellik gösterir. Şimdi Aristoteles’den başlayarak, cevher problemi ve bu problemin içlem ve kaplam problemiyle olan ilgisi üzerinde duralım.
Aristoteles’in kategorilerle ilgili görüşleri yeterince açık olmadığı için (Kneale, 1975, s.25) farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Bazı düşünürler, Aristoteles’in kategorilerini Grekçe’nin özelliklerinden hareket ederek açıklamak istemişlerdir (mesela, bkz. Aster, 1972, s.100). Ayrıca, Aristoteles’in kategorilerinin fiziksel nesneleri mi, yoksa dile ait bir sınıflamayı mı kapsadığı felsefe tarihi boyunca tartışma konusu olmuştur. Ancak bütün bu gibi belirsizliklere rağmen, genellikle kabul edildiği gibi, Aristoteles’in kategorilerle ilgili açıklamaları fiziksel nesnelerin sınıflandırmasından ayrı düşünülmemelidir. (Mesela, bkz. Kneale, 1975, s.25-33; Dumitriu, 1977, cilt I, s.152-159; PrantI, 1972, cilt I, s.208-210). Bu kabulden hareket ederek, kategorilerin fiziksel nesnelerle ne gibi ilgisi olabileceği üzerinde durmak suretiyle, kategorilerin özelliklerini ortaya koymaya çalışalım.
Herhangi bir fiziksel nesne hakkında duyu organlarımıza dayanarak birbirinden farklı özellikte (yani, o nesnenin rengi, kokusu, uzunluğu vs. ile ilgili) bilgiler ortaya koymak mümkündür. Belli bir nesneyle ilgili olarak ortaya konulabilecek bu gibi bilgileri sınırlamak imkânı yoktur. Çünkü, elimdeki kalemle ilgili olarak değişik zaman ve yerlerde, o nesnenin geçmişini ve tabi olduğu şartlardaki değişiklikleri de dikkate almak suretiyle ortaya konulabilecek bilgilerin hepsi de birbirinden farklı olup, sayıca sonsuzdur. Fakat, sayıca sonsuz olmakla birlikte, bütün bu bilgiler arasında bir sınıflandırma yapmak mümkündür. Diğer bir ifadeyle, bütün bu bilgileri, Aristoteles’in terminolojisiyle söylersek, 10 kategori içinde toplamak mümkündür.
Bu kategoriler: Nicelik (Kemmiyet), Nitelik (Keyfiyet), Görelik (İzafet veya Nispet veya Bağıntı veya Rölasyon), Zaman, Yer (Mahal), Durum (Vaz’ı), Sahip-olma (Mülk veya İyelik), Etki (Fiil veya Aksiyon veya Edim), Edilgi (İnfial veya Passion) ve Cevher’dir.
Dikkat edilirse ilk dokuz kategori fiziksel nesnelerin doğrudan veya dolaylı yolla algılanabilen özelliklerini ifade etmektedir. Mesela, Emrecan’ın kitabı (gö-relik), elli sayfa (nicelik) olup, hafifdir (nitelik) ve şimdi (zaman) elimde (yer) açık olarak (durum) dışkabıyla birlikte (sahip olma) dir ve benim tarafımdan okunmaktadır (edilgi). Yani, bu kategoriler sayesinde, fiziksel bir nesne hakkında duyu organlarımıza dayanarak ortaya konulabilecek sonsuz sayıdaki bilgilerin bir sınıflandırmasını yapmak imkân dahiline girmiş olmaktadır.
Bu dokuz kategorinin diğer bir niteliği, fiziksel nesnelerin değişebilen özelliklerini ifade etmesidir. Mesela elimdeki kalemi yeşile boyarsam, rengi (niteliği) ve bir miktar da ağırlığı (niceliği) değişse de kalem aynı kalem olmaya devam edecektir. Bir insan zaman içinde yaşlanacak, boyu, kilosu, yaptığı iş değişecek, ama o insan aynı kişi olarak kalacaktır. Bu durumda sözkonusu dokuz kategorinin, fiziksel nesnelerin değişebilen, gelip-geçici, yani arızi (ilineksel) özelliklerini ifade etmeye yaradığı ortaya çıkmış olmaktadır.
Bu sonuç, fiziksel nesnelerin görünüşlerindeki değişikliklere rağmen değişmeden kalan ve onlara görünüşlerini temin eden bir özelliğinden söz etmenin gerekliliğine de işaret etmektedir. Aksi takdirde, mesela bir insanın şişmanlaması, yaşlanması vb. değişikliklerden sonra, o kişinin ayrı bir şahıs olarak değerlendirilmesi gerekir. Diğer bir deyişle, bahçedeki ağaç çiçek açsa da, yapraklarını dökse de ve sonra tekrar yeni çiçek ve yaprak açsa da yine aynı ağaçtır; bir insan görünüşündeki bütün değişikliklere rağmen yine aynı insandır. Aristoteles, nesnelerin görünüşlerindeki değişikliklere rağmen değişmeden kalan yönüne cevher (substance) veya öz (essence)* demektedir. Bu durumda cevher, nesnelerin görünüşlerindeki değişikliklere rağmen değişmeden kalmakta ve “nesnelere görünüşlerini, yani bizim algıladığımız özelliklerini kazandırmaya yaramaktadır: Kalemi kalem, insanı insan yapan, her fiziksel nesneye sahip olduğu görünüşünü kazandıran ve bu görünüşünü sürdürmesini sağlayan, nesnelerin görünüşlerindeki değişikliklere rağmen değişmeden kalan ve algı objesi olmayan bir sübstansa (yani, taşıyıcıya) ihtiyaç duyulmaktadır. Böylece, fiziksel nesnelerden söz edebilmek için gerekli olan 10 kategori ortaya çıkmış olmaktadır.
Fakat fiziksel nesneler hakkında sahip olabileceğimiz bütün bilgiler göz önüne getirilirse, yukarıda yapılan açıklamaların eksik olduğu görülür. Çünkü, herhangi bir fiziksel nesne hakkında ortaya konulabilecek bilgiler, sadece o nesneden elde edilebilecek verilerle sınırlı değildir. İkinci olarak, o nesnenin içinde yer aldığı türün dikkate alınmasıyla sahip olunabilecek bilgilerden söz etmek gerekir. Yani, hakkında bilgi sahibi olmak istediğimiz nesneyi gözlemenin dışında, o nesneyle bazı ortak özelliklere sahip diğer nesnelerin de dikkate alınması gerekir. Esasen, ortak özelliklere sahip nesnelerle ilgili (yani, genel nitelikte) bir bilgi ortada yoksa, tek bir nesneyi gözlemekle elde edilecek bilgiler o nesneyi tanımak bakımından da yeterli olamazlar. Mesela, eğer bir canlı kavramına sahip değilsek, gözlediğimiz nesnenin canlı bir nesne olduğunu da ileri süremeyiz. Diğer bir deyişle, tek bir nesnenin incelenmesi, o nesnenin diğer örneklerini kapsayan genel bir bilgi ortada yoksa, bir anlam taşımayacaktır. Aristoteles’in ifade ettiği gibi, tekilin bilinebilmesi için tümelin bilinmesi gerekir (Metaphysica 1003a 10-15).
Tek tek nesnelerle ilgili olarak başvurmak zorunda olduğumuz genel kavramların da (diğer bir deyişle, tümelin de) Aristoteles’e göre bir cevheri vardır. Bu suretle ortaya çıkan iki tür cevheri Aristoteles, birinci ve ikinci cevher olarak adlandırmıştır (Categoriae, 5,2a 11-19). İşte bu ayrım dolayısıyla ortaya çıkan problemler hem felsefenin temel bir problemi olmuş, hem de içlem ve kaplam probleminin arka planını oluşturmuştur.
Bu ayrım felsefenin temel problemlerine adeta yataklık etmiştir alır; çünkü birinci ve ikinci cevherler içinde yaşadığımız fiziksel nesnelerin mahiyeti problemiyle, yani felsefenin varlık (ontoloji) problemiyle yakından ilgilidir. İki cevher ayrımı aynı zamanda içlem ve kaplam problemiyle de sıkı bir ilişki içindedir. Çünkü herhangi bir nesneye ait birinci cevherin, bu nesneye işaret eden terimin kaplamıyla; aynı nesnenin ikinci cevheri, sözkonusu nesneye işaret eden terimin içlemiyle ilişkilidir. Diğer bir deyişle, aşağıda sözü edilecek olan felsefi sistemler içinde birinci ve ikinci cevher’in tanımı ve aralarındaki ilişkinin incelenmesi, aynı zamanda bir terimin içlemi ve kaplamı arasmdaki ilişkinin ele alınması anlamına gelmektedir. Nitekim bu husus Aristoteles’in görüşlerini sistematik hale getirmiş olan Porfiryors’un (Porphyrios, MS 232-304) yaptığı sınıflamada açık olarak görünmektedir.
Porfiryors’a göre (1948, s.35): «Öz (sübstans veya cevher) ün kendisi bir cinstir; onun altında cisim; cismin altında canlı cisim; canlı cismin altında hayvan; hayvanın altında akıllı hayvan; akıllı hayvanın altmda insan; insanın altında da Sokrat ve Eflatun, ve tek tek insanlar bulunmaktadır, öz bu terimlerin hepsinin en umumisidir ve yalnız cinstir; insan en hususi nevidir ve yalnız nevidir.»
Porfiryors’un bu konudaki görüşleri daha sonra meşhur «Porfiryors Ağacı» adı altında şu şekilde şemalaştırılmıştır:

(Şekil 1)
Aristoteles öğretisinin bir özeti olarak nitelenen (Bochenski, 1956, s.155) bu şema, bir terimin içlem ve kaplam’ının ne olduğunu ve (yukarıda sözü edilen) cevherle ilişkisini de ortaya koymak durumundadır: Alttan yukan doğru çıkıldığında bir terimin içlemi, ters yönde kaplamı elde edilir. Çünkü bir terimin içlemi, bu terimin ait olduğu cins; kaplamı ise, bu terimin altında yer alan tür (nev’i) veya tek tek nesneler olacaktır. Mesela, «insan» teriminin kaplamı, Ahmet, Ayşe gibi bütün tek tek insanlardır. İçlemi ise, Porfiryors ağacına göre, akıllı olmak, hayvan cinsini oluşturmak şeklinde olan ve bir üst basamakta yer alan diğer cinsler tarafından belirlenecektir. Bu şema aynı zamanda, içlem ve kaplam arasında bir ters orantının bulunabileceğini de göstermektedir. Çünkü, mesela «canlı cisim» in içlemi «cisim» e göre daha geniştir. Zira, en azından «canlı-olma» özelliğine sahiptir. Halbuki kaplamca daha dardır. Zira cisim, canlı ve cansız nesnelere işaret etme durumundadır. Neticede, şema içindeki her terim bir altındaki terimi kaplamı olarak almakta; bir üst terim ise o terimin içlemini oluşturmaktadır.
Bu durumda «içlem» ve «kaplam» kavramlarının, bu kavramlarla ilgili belli bir terim henüz kullanılmamış ve bir tanım verilmemiş bile olsa, Porfiryors ağacı içinde yer aldığını, Bochenski’nin deyişiyle (1971, s.302), farz-etmek mümkündür. Gerçi, yukarıda da işaret edildiği gibi, «içlem» ve «kaplam» kavramları ilk kez Port Royal mantığı çerçevesinde Latince «comprehension» ve «extension» terimlerinin kullanılmasıyla mantık literatürüne girmiş ve ilk tanımları yine bu mantıkçılar tarafından 18. yüzyılda verilmiştir (Mz. Firsch, 1969, s.87). Bu mantıkçılar, «içlem» ve «kaplam» kavramlarını Porfiryors ağacına uygun bir şekilde, bir terimin «cins»i ve «tür»ü açısından tanımlamışlardır (Firsch, 1969, s.8). Bu bakımdan, Porfiryors ağacını sadece cevher problemine değil, aynı zamanda içlem ve kaplamla ilgili problemlere getirilmek istenen bir çözüm olarak da nitelemek mümkündür. İçlem ve kaplam problemiyle olan bu dolaylı ilgisi dolayısıyla şimdi tekrar cevher probleminin gelişimi üzerinde duralım.
Porfiryors, Aristoteles’in ayrıntısına inmediği cevher’ in mahiyeti ve beş tümel kavramla (cins, tür, ayrım, hassa ve araz) ilgili problemleri sadece sistematik hale getirmiş, fakat ayrıntılı olarak incelememiştir. Gerekçe olarak, beş tümel kavramın mahiyeti sorusunun derin ve karmaşık bir araştırmayı gerektirdiğini göstermiştir (Porfiryors, 1945, s.29-30).
Gerek Aristoteles’in, gerekse Porfiryors’un ayrıntılı olarak incelemediği cevher ve tümeller problemleri Türk-İslâm düşünürlerince ele alınmış ve son derece önemli çözümler ileri sürülmüştür. Bu çözümlerin önemi, bizatihi değerinden ve aşağıda da işaret edileceği gibi, sonraki düşünürler üzerine olan etkilerinden ileri gelmektedir.
Şimdi, Türk-İslâm felsefesi içinde cevher kavramıyla ilgili olan görüşleri iki Türk düşünürü vasıtasıyla (konumuz çerçevesinde) kısaca ele almaya çalışalım.
Farabi’nin (870-950) mantık çalışmaları üzerine yapılan araştırmalar, onun Aristoteles’in mantık çalışmalarını yorumladığını, Aristoteles’in mantık anlayışını paylaştığını ve Aristoteles mantığına çok büyük ölçüde sadık kaldığını göstermektedir (Keklik, 1970). Fakat bu iki düşünür arasında mantık problemleri ve konularının iş-lenişindeki paralelliğe karşılık, temelde bir anlayış farkı vardır. Çünkü Farabi, öncelikle İslâmiyetin ve ayrıca hem Hıristiyanlığın, hem de Museviliğin getirdiği felsefi ve kültürel problemlerle yüzyüzedir. Ayrıca, Aristoteles zamanında tartışılmış olan felsefe problemlerinden bazılarının Farabi döneminde güncelliğini kaybetmesi sözkonusudur (Türker-Küyel, 1969, s.68 vd.). Bu bakımdan, aralarındaki bütün benzerliğe ve Farabi’nin, Aristoteles’in mantık çalışmalarını yaşatmış olmasına rağmen, bu mantığı sadece Aristoteles’in göz önüne aldığı problemlere uygulaması sözkonusu olamaz. Yani Farabi, aralarındaki bütün yakınlığa rağmen, Aristoteles’in mantığını farklı problemlere uygulamıştır. Mantık anlayışları bakımından farklılık, diğer Türk düşünürü İbn Sina’da (979-1037) daha açık olarak görülür. İbn Sina, Aristoteles’in mantığını farklı problemlere uygulamakla kalmamış, mantığı onun anlayışına karşı bir şekilde yorumlamış ve hatta Stoalılardan da bazı öğeler almıştır (Rescher, 1963, s.16). Yani, netice olarak İslâm dünyasında mantığın, Aristoteles’in anladığı şekilde bir mantık olmaktan çıktığını ve farklı problemlere uygulandığını söylemek (Rescher, 1963, s.16) gerekmektedir. Bu farklı problemlerden birisi, bu dönemde cevher kavramına kazandırılmış olan yeni yorumlara bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Türk-İslâm mantıkçılarının Aristoteles’den ayrı bir felsefe anlayışına sahip olmalarının bir sebebi, bu düşünürlerin Müslüman olmaları dolayısıyla Allah inancına sahip bulunmalarıdır. Bu sayede, felsefenin temel problemlerinden olagelmiş «cevher» kavramına ayrı bir yorum ve derinlik kazandırılabilmiştir. Nitekim bu husus, büyük ölçüde Aristotelesçi olan Farabi’de bile kendini açık olarak göstermektedir: Gerçi, Farabi de Aristoteles gibi ferdi ve külli olmak üzere iki cevher kabul etmektedir. Fakat bu iki düşünür arasında temelde ve önemli bir ayrılık da bulunmaktadır: Aristoteles’den farklı olarak Farabi için asıl, mükemmel ve her şeyin aslı durumundaki cevher (daha sonraları Descartes, Spinoza gibi bazı Yeniçağ filozoflarında da görüleceği gibi) Allah’dır. Allah, Vâcib-ul Vücûd’dur. Diğer bütün cisimler ise Mümkün-ül Vücûd’ dur (Türker-Küyel, 1969, s.86).
Bu kavramların bir yönüyle teolojik olduğu görülmektedir. Fakat bu durumu normal kabul etmek gerekir. Çünkü «cevher» kavramı bir yönüyle zaten ister istemez Tanrı kavramının ele alınmasını gerektirmektedir (bkz. Keklik, 1967, s.27 vd.). Nitekim iki kavram arasında ilişki kurulması Ortaçağ Hıristiyanlık dünyasında (Keklik, 1967, s.45) ve Descartes gibi, Spinoza gibi Yeniçağ filozoflarında da (Keklik, 1967, s.29) görülecektir. Yani, cevher problemi çeşitli dönemlerde teolojik ve aynı zamanda felsefi bir problem olarak gelişmiştir.
Teolojik yönü de olsa, Türk-İslâm tefekküründe cevher konusunda ortaya çıkan görüşler yalnızca felsefe açısından değil, mantık açısından da önemli yenilikleri beraberinde getirmiştir: Aristoteles’e göre madde (hyle) ve form (görünüş veya şekil) bir arada düşünülmüşken, Farabi ve İbn Sina’da bu iki öğe farklı bir şekilde yorumlanmıştır. Bir nesnenin mahiyeti (cevheri veya özü), o nesnenin algılanan varlığından hem Farabi hem de İbn Sina felsefesinde ayrı kabul edilmiştir (Rescher, 1963, s.40-42). Neticede Aristoteles’in (yukarıda işaret edildiği gibi) özelliklerini ve aralarındaki ilişkiyi tam olarak tanımlamayıp «I. ve II. cevher» olarak isimlendirdiği iki cevheri, Türk-İslâm düşünürleri «hüviyet» ve «mahiyet» gibi iki ayn deyimle karşılamış ve konuyu sistemli bir şekilde incelemişlerdir (Bu hususta bkz. Keklik, 1967, s.31-34).
Bu konuda getirilen yenilikler bakımından İbn Sina’ nın ayrı bir yeri vardır. Çünkü İbn Sina, ikinci cevherin birinci cevheri belirlediğini (Kaya, 1984) ileri sürmüştür. Bu görüş, içlem ve kaplam arasındaki ilişki bakımından da son derece önemlidir. Çünkü bu sayede içlemin kaplamı belirlediği ileri sürülmüş olmaktadır.
İki cevher arasındaki ilişki problemi Ortaçağ’da «tümeller problemi» başlığı altında devam etmiştir. Bu tartışmada Aristoteles geleneğine bağlı olanlar, yani birinci ve ikinci cevherlerin nesnelerde bir arada bulunduğu görüşünü savunanlar «konseptüalistler»; İbn Sina anlayışına uygun bir görüşü, yani ikinci cevhere (mahiyete, başka bir deyişle, tümel kavramlara) öncelik verip bu gibi kav-ramların ayrı bir varlığı olduğunu kabul edenler «kavram realistleri»; tümel kavramların ve dolayısıyla cevherlerin, dil ile ifade edilmenin ötesinde bir varlığı olmadığını söy-leyenlerse «nominalistler» adıyla bilinirler. Bu üç görüş, Ortaçağ’in meşhur «tümeller tartışması»nı meydana getirmiştir. Bu tartışmalar, dolaylı da olsa, içlem ve kaplam problemiyle ilgi içindedir.
Ortaçağ mantıkçıları bir terimin manası demek olan «intentio» kavramı* üzerinde durmuşlardır. Bu mantıkçılara göre terimler için bir «ilk anlam» («intentio prima») ve bir de «ikinci anlam» («intentio secunda») sözkonusudur. «İlk anlam» deyimi, kalem, ağaç, tahta vs. gibi fiziksel nesneleri işaret eden terimlere, «ikinci anlam» deyimi ise, tümel, cins, tür, nitelik vs. gibi sadece dil ile ifade edebildiğimiz terimlere işaret etmek ve böylece bu terimler arasındaki ayrımı ifade edebilmek amacıyla kullanılmıştır (Moody, 1953; Dumitriu, 1977, cilt II, s.53). «intentio» kavramının farklı karakterdeki terimler arasında bir ayrım yapmak amacıyla kullanılmış olması dolayısıyla bir anlam problemi sözkonusu olsa bile, tam anlamıyla bir içlem problemi sözkonusu değildir.

Bir terimin içlemi ve kaplamı ayrımıyla biraz daha yakından ilgili olabilecek başka bir kavram çifti ise, «suppositio» ve «significatio»dur. Bu kavramlar, terimlerin tek başlarına anlam taşıma özellikleri ve bir önerme içinde bulundukları yerlere göre anlam kazanma özelliklerini, ayrıca terimlerin birbirleriyle ve nesnelerle olan ilişkilerini sözkonusu kavramlarla ifade edebilmek amacıyla kullanılmışlardır (Moody, 1953, s.18; Dumitriu, 1977, cilt II, s.130-141). Fakat bu konudaki incelemeler de tam manasıyla bir terimin içlem ve kaplamının araştırılması anlamına gelmemektedir. Bir terimin içlem ve kaplamının araştırılmasıyla bir terimin suppositio’su ve significatio’sunun araştırılması arasında ancak dolaylı bir ilişkiden söz edilebilir (Kneale, 1975, s.318). Bir terimin suppositio ve significatio’sunun incelenmesi, günümüz terminolojisiyle söylersek, bu terimin semantik ve sentaktik yönden ele alınması (Moody, 1953, s.22) olarak nitelenmektedir.
Ortaçağ’dan sonra Yeniçağ’da da cevher problemi ve terimin içlemi ve kaplamı problemi üzerinde durulmuştur. Bu dönemde her iki problem de orijinal bir tarzda ele alınmıştır: Cevher problemi Aristoteles’in anlayışından farklı bir şekilde yorumlanmış, ayrıca Port-Royal mantıkçıları tarafından (yukarıda işaret edildiği gibi) içlem ve kaplam kavramlarının ilk defa açık bir tanımı verilmiştir.
Descartes (1596-1650), Aristoteles’in tek cevheri yerine iki gurup cevher kabul etmiştir: Tanrı, yerkaplayan cisimleri idare eden, sonsuz (res infinita) ve asil cevherdir. Diğer iki cevher ise sonlu ve birbirinden bağımsızdır. Bunlar: Düşünme gibi zihni faaliyetlerimizi meydana getiren cevher (res cogitans) ve yerkaplayan fiziksel nesneleri meydana getiren cevher (rex extensa) dir. Spinoza (1632-1677) cevherlerin sayısını bire indirmiştir: Tek ve asıl cevher Tanrı’dır. Tanrı dışında kalan, yani sonsuz sayıda yükleme sahip olabilen tabiat, hiçbir cevhere sahip değildir. Her şeyi Tanrı cevheri içinde idrak eden zihin, sonsuz sayıdaki yüklemden sadece iki tanesini, şuuru (cogitatio) ve yerkaplamayı (extensio) bilebilir (Marias, 1967, s.232). Spinoza’nm tek cevherine karşılık, onunla aynı ekole mensup olan Leibniz (1646-1716), sonsuz sayıda cevher kabul etmiştir. Her türlü nesne, kendi dışından hiçbir etki almayan, hareket ilkesini içinde taşıyan, birbirinden farklı birer monad, yani birer cevherdir. Cevher problemini bu üç düşünürden farklı şekilde ele alan düşünür ise Locke (1632-1704) dur. Locke için, diğer duyumcu düşünürlerle birlikte, bir cevherin varlığı sözkonusu değildir.
Bu durumda rasyonalist nitelikteki ilk üç düşünür için bir terimin içleminin kaplamından önce gelmesi gerekir. Çünkü bir terimin içlemi doğuştan sahip olunan fikirler sayesinde belirlenir. Hâlbuki duyumcu bir filozof için bir terimin anlamının belirlenmesinde bu terimin işaret ettiği nesnenin duyu organlarımızla algıladığımız özellikleri temele konulur.
İçlem ve kaplam probleminin açıkça ele alınışı, Port-Royal mantıkçıları dışında, yakın zamanlarda başta J. S. Mill (1806-1873) olmak üzere J. N. Keynes (1852-1940), J. Venn (1834-1923), W. S.Jevons (1835-1882) gibi düşünürler sayesinde olmuştur. Bir terimin içlem ve kaplamı arasındaki ilişkinin günümüzde bir felsefe ve aynı zamanda mantık problemi halini almasında, G. Frege’ nin çalışmaları bir dönüm noktası durumundadır (Bu konuda mesela bkz. Ural, 1982). Fakat Frege’nin çalışmaları farklı bir anlayışla yapıldığı için burada incelenmeyecektir.
Günlük yaşayışta kullanılan terimlerin ne gibi anlamlara gelebileceği (içlemi) ve ne gibi nesnelere işaret edebileceği üzerinde düşünmeye genellikle gerek duyulmaz. Fakat ortaya çıkabilecek güçlükler dolayısıyla bazen, terimlerin ne anlamda kullanıldığının tespitine lüzum duyulabilir. Karşılaşılan güçlük, sezgisel yolla çözüm aramak yerine, terimlerin buraya kadar işaret edilmiş özellikleri göz önüne almakla çözülebilir; veya en azından sorunun nereden kaynaklandığı tespit edilebilir. Tarafların sorunun nerede olduğu konusunda anlaşmaları, çözüm konusunda uzlaşmasalar bile, birbirlerinin görüşlerine saygı duymalarına sebep olabilir.
Kaynakça

KM-2

2. TERİMLER
Giriş
Günlük konuşma dili, düşüncelerimizi aktarmak için kullandığımız bir araçtır. Dilin böyle bir görevi yerine getirmesi, anlamlı sembollerden kurulmuş olmasından, yani bir içeriğe sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Terimler bu sayede nesnelere varlık kazandırır, bizim için anlamlı varlıklar olmalarını sağlarlar.
Dil içinde anlam taşıyan en küçük birimler terimlerdir*. Terimler her türlü maddi ve manevi nesneleri, tek tek olayları ve olguları ifade etmeye yararlar. Bu özellik, terimlerin iki yönlü görevleri olduğunu göstermektedir: Her türlü olguya/nesneye işaret etmek ve (işaret ettiği olgularla/nesnelerle ilgili) bir anlam taşımak. Terimlerin bu özellikleri «kaplam» ve «içlem» adıyla anılır.
Terimleri başka bir açıdan daha incelemek mümkündür: Farklı nesnelere işaret ettikleri ve bu nesnelerin farklı özelliklerini dile getirdikleri için farklı terimlerden söz edilebilir. Terimler arasında ne gibi farkların olduğu ve bu farklı terimlerin ne gibi özellikler taşıdığı da yine (aşağıda I.1’den itibaren) ayrı bir inceleme konusu yapılacaktır.
Terimlerin bu özelliklerinin bir mantık problemi olarak ele alınıp incelenmesi hiç de sebepsiz değildir: «Mantık» kelimesi anlamı bakımından, Batı dillerinde olduğu gibi, dil ve düşüncenin beraberce göz önüne alınmasını gerektirmektedir. Gerçi «mantık» deyiminin bu anlamda kullanılması Aristoteles’den yaklaşık 500 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Aristoteles, bugün «mantık» adını verdiğimiz çalışmalarını «organon» («alet») adıyla anmıştır. Fakat verilen isim ne olursa olsun, Aristoteles de dili, düşünceyi aktarma aracı olarak görmüş* ve terimlerin incelenmesine mantık çalışmaları içinde yer vermiştir.
Gerçekten de bir dil olmadan iletişim kuramayız ve düşüncelerimizi ifade edemeyiz. Bu durumda, sağlıklı bir iletişim kurulabilmesi ve düşüncelerimizin (yani, akılyürütmelerimizin) tabi olduğu kuralların (yani, mantık kurallarının) incelenebilmesi için dilin bazı özelliklerinin bilinmesine ihtiyaç duyulacaktır. Çünkü akılyürütmelerimizi dilin bazı özellikleri kullanarak gerçekleştiririz. Öte yandan, olgular hakkında sahip olabildiğimiz bilgilerin bir değerlendirmesi yapılmak istenirse, yine dilin özelliklerinin incelenmesi gerekir. Çünkü olguları da yine dilin özellikleri kullanılarak biçimler, onlara varlık kazandırırız. Dolayısıyla her iki durumda da dilin bazı özellikerinin mantık açısından incelenmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Dil ile ilgili bir incelemede ise, yukarıda işaret edilen özellikleri dolayısıyla terimlerin ayrı bir yere sahip olacakları açıktır. Nitekim terimlerle ilgili incelemelere sadece klasik mantık içinde değil, aşağıda yer yer işaret edileceği gibi, modern mantık içinde de yer verilmektedir. Hatta günümüzde terimlerin, mantık dışında, «semiotik» başlığı altında (bu konuda bkz. Batuhan, H., Grünberg, T., 1970) ayrıca ele alındığı görülmektedir.
2.1. Somut ve Soyut Terimler
Bir terim herhangi türden tek bir nesneye işaret ediyor, yani tek bir nesneyi adlandırıyorsa, «somut terim» adını alır. Soyut terimler ise, herhangi bir nesne (veya nesnelere) atfedilen nitelikleri ifade etmeye yararlar. Mill’in bu konudaki çok kullanılan tanımıyla (Mill, 1879, s.29): «Somut bir terim*, bir nesnenin yerini tutar; soyut bir terim ise, böyle bir nesneye ait bir niteliği (attribute) temsil eder.» Mill’in verdiği örnekle (age, s.29): Beyaz, bir ya da özellikle birden çok nesnelerin adıdır; beyazlık ise, bu nesnelere ait niteliğin adıdır. Bu durumda «beyaz» terimi somut, «beyazlık» terimi ise soyuttur. İnsan, bazı nesnelerin adıdır; insanlık ise bu nesnelere ait niteliğin adıdır. O halde, «insan» somut, «insanlık» soyut bir terimdir. Veya aynı konuda Keynes’in verdiği örnekle (Keynes, 1887, s.15): Üçgen, üç kenarla sınırlandırılmış bütün şekillerin adı olup, somut bir terimdir. Üçgenlik (triangularity) ise, bir şeklin kendisinin değil de, sözkonusu şeklin sahip olduğu niteliklerin adı durumunda olduğu için soyut bir terimdir. Keynes’in tanımıyla (age. s.14-15), bir nesneye bu nesnenin sahip olduğu nitelikler (qualities) dikkate alınarak; veya bir nesneler sınıfına bu sınıftaki nesnelerin ortak olarak sahip oldukları nitelikler (ya da nitelikler sınıfı) dikkate alınarak verilmiş bir isim, somut terim durumundadır. Nesnelere ait niteliklere verilmiş isimler ise soyut terim durumundadırlar.
Bu açıklamalar, somut terimlerin sadece duyu organlarımızla algıladığımız nesnelere değil, zihnimizle kavrayabileceğimiz nesnelere de uygulandığını göstermektedir. Eğer somut terimlerin içeriği bu şekilde düşünülmeseydi karışıklıklar ortaya çıkardı. Mesela, zihnimizde tasarladığımız geometrik şekillere işaret eden terimler soyut terim olarak kabul edilseydi, bu şekillere ait nitelikleri geometrik şekillerin kendisinden ayırt etme imkânı ortadan kalkardı. Halbuki zihnimizde tasarladığımız ve herhangi bir şekilde (mesela kâğıt üzerine çizerek) ifade edip bir ad verdiğimiz (mesela üçgen dediğimiz) bir geometrik şekil ve bu geometrik şekile ait nitelikler arasında fark vardır. Kâğıda çizdiğimiz ve adına «üçgen» dediğimiz şekil, zihnimizde tasarladığımız (mesela doğruların kesişmesinden meydana gelmesi; ikizkenar, eşkenar olabilmesi; iç açılarının toplamının 180 derece olabilmesi vb.) niteliklerin bir örneğidir. Bu bakımdan, belli bir şeklin adı olan «üçgen» teriminin bu şekle ait nitelikleri ifade eden «üçgenlik» terimiyle aynı özellikleri taşıması beklenemez. Diğer bir deyişle, herhangi bir türden.nesneye işaret eden ve onları adlandıran terimleri «somut» terim, bu nesneye ait nitelikleri ifade eden terimi ise «soyut» terim olarak kabul etmek gerekir. Venn’in ifadesiyle (Venn, 1889, s.188), somut bir terimin herhangi bir nesneye işaret etmeye, soyut bir terimin ise bir nesnenin niteliğine işaret etmeye yaradığını kabul etmek gerekir.
2.2. Genel ve Tekil Terimler, Özel Adlar
Genel terimler, aynı türden olan nesnelerin ortak özelliklerini ifade etmeye yararlar. Tekil terimler ise, sözkonusu ortak özellikleri taşıyan tek tek nesnelere işaret ederler. Özel adlar ise, belli bir nesneyi diğerlerinden ayırt etmeye yararlar. Diğerlerinde olduğu gibi, bu gruptaki terimler de tek bir kelime veya bileşik bir kelime durumunda bulunabilirler.
Mesela, «Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı» gibi bir ifade, bir genel terim durumundadır. Çünkü, belli özelliklere sahip nesnelerin (burada kişilerin) ortak özelliklerini dile getirmektedir. Eğer «Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı» dersek, bu terim sadece belli bir şahsa uygulanabilir olduğu için, tekildir. Eğer «Türkiye Cumhuriyetinin şimdiki Cumhurbaşkanı» dersek, bu terim bir özel ad durumunda olacaktır. Venn’in tanımıyla (age, s.173): «Genel terim, aynı türden nesnelerin ortak özelliklerini dile getiren terimdir. Tekil terim ise, ortak özelliğe sahip nesnelere işaret eden terimdir.» Mesela, «gezegen» terimi, güneş sistemi içinde yer alan ve güneşin etrafında düzenli olarak dolanan belli türden nesnelere işaret ettiği için bir genel terimdir. Eğer belli bir gezegenden söz edilmek istenirse, mesela «güneşe en yakın gezegen» denirse, bu terim bir tekil terim durumunda olur.
Her üç terim de algılanabilen veya tasarlanabilen nesnelere işaret etmek için kullanılabilir. Mesela «iyilik», «adalet», «insanlık», «masa» vb. gibi terimler, birtakım nesnelerin ortak özelliklerini dile getirdikleri için, genel terim durumundadırlar. «İyi», «adil», (belli bir) «masa», «Anka kuşu», «sinekli bakkal» gibi terimler tek bir nesneye işaret ettikleri için tekil terimdirler.
Buraya kadar yapılmış açıklamalar, soyut terimlerin aynı zamanda bir genel terim olabileceğini de göstermektedir. Mesela «iyilik» bir genel terim olduğu kadar bir niteliğin adı olarak da kullanılabileceği için, aynı zamanda bir soyut terimdir. Bir terimin hangi gruba girdiği günlük dilin özellikleri gereği ilk bakışta belirlenemeye-bilir. Hatta aynı bir terim, kullanıma göre, farklı guruba birden de girebilir. Mesela «fizik» terimi belli bir disipline, yani fizik bilimine işaret etmek amacıyla kullanıldığında bir somut terim özelliği taşır. Fakat aynı terim, bir çalışma biçimini diğer çalışma biçimlerinden ayırmak, yani bir çalışma biçimini «fizik bilimi» olarak adlandırılmasını sağlayacak niteliklerin adı olarak da kullanılabilir: Mesela «fizik demek deney ve gözlem demektir», veya «bu bir fizik çalışmasıdır» denildiğinde, «fizik» terimi bir soyut terim özelliği taşır. Yine aynı terim, «bugünkü fizik dersi» gibi bir ifadede tek ve belli bir hâdiseyi adlandıracak şekilde kullanıldığı için tekil terim durumundadır. Sözkonusu terimi bir genel terim olarak da kullanmak mümkündür. Mesela, «Newton, Einstein, Hei-senberg gibi bilim adamlarının yaptığı fizik çalışmaları» denildiğinde, fizik terimi, bazı bilim adamlarının yaptığı çeşitli çalışmaların ortak özelliklerini dile getirdiği için, genel terim özelliği taşımaktadır.
Günümüzde terimler arasındaki çeşitli ilişkilerin incelenmesi hem mantığın hem de felsefenin bir konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki konudaki çalışmalara öncülük eden düşünürlerden birisi B. Russell olmuştur. Russell, terimler arası ilişkileri mantık-matematik açısından Principia Mathematica’da (bkz. Russell-Whitehead, 1935) incelemiştir. Russell, aynı problemle felsefe açısından «tasvirler teorisi» çerçevesinde uğraşmıştır*.

2.3. Kollektif ve Genel Terimler
Kollektif terimler, bir gurubu başka guruplardan ayırmaya yararlar. Bu özellikleri dolayısıyla genel terimlerden ayrılırlar. Mesela, «nesne» terimi, rastgele bir bütünlüğe işaret eden bir genel terimdir. Halbuki «canlı nesne» terimi, belli tür nesneleri diğerlerinden ayırdığı için bir kollektif terimdir.
2.4. Mutlak Terimler ve Bağıl Terimler
Bir terimin işaret ettiği nesne, başka bir nesne olmadan düşünülemiyorsa, bu nesnelere işaret eden terimlere «bağıl terim» («izafi terim») denilir. Mesela «baba» teriminin bir kişiye işaret edebilmesi için, başka bir nesnenin, yani o kişinin çocuğunun olması gerekmektedir.
Bu durumda mutlak terim, başka bir nesnenin varlığına ihtiyaç göstermeden bir nesneye işaret edebilen terimdir. Jevons’un verdiği örnekle (Jevons, 1965, s.25): «Su», «gaz», «ağaç» gibi terimler mutlak terimlerdir. Ancak yine Jevons’un belirttiği gibi, bir terim tam manâsıyla mutlak sayılamaz. Çünkü, önünde sonunda başka nesnelerin varlığına ihtiyaç gösterecektir (age, s.26): Su, kendisini meydana getiren elementler; ağaç, toprak sayesinde vardır.
Fakat kimi mantıkçılara göre bazı terimler «mutlak terim» durumunda olabilir. Mesela Eaton’a göre (1931, s.315): Özel adlar, «beyaz» gibi bir niteliği ifadede kullanılan terimler «mutlak terim» durumundadırlar. Fakat bu örnekteki terimlerin de tam anlamıyla bir mutlak terim sayılmaması gerekir. Çünkü algılanabilir her nesne önünde sonunda, doğrudan veya dolaylı bir şekilde başka bir nesnenin varlığına ihtiyaç gösterir. Nitekim, «beyaz» terimiyle işaret edilmek istenen nesne, başka renklerin ve çeşitli fiziksel nesnelerin varlığına ihtiyaç gösterir.
Bir terimin «mutlak terim» durumunda olabilmesi, bu terimin duyu organlarımızla algılayamadığımız, sadece tasarlayarak kavrayabildiğimiz nesnelere işaret etmesiyle mümkün olabilir. Mesela «kültür», «hürriyet» gibi tasarlayarak kavrayabildiğimiz nesnelere işaret eden terimlerin birer mutlak terim olmasından söz edilebilir. Nitekim bu terimlerle işaret edilen nesnelerin varlığı başka nesnelerin varlığına ihtiyaç göstermez.
J. S. Mill bağıl olmayı, terimlerin anlam bağı açısından ele almıştır (age, s.45-47). Bir nesnenin başka bir nesneye bağlı olması, iki nesne arasında birtakım olayların gözlenmiş olmasına bağlıdır. Gözlem yoluyla nesneler arasında kurulan bağ, bu nesnelere işaret eden terimlerin anlamları içinde yer alır. Mesela «ağaç» teriminin hem belli bir nesneye işaret ettiğini, hem de toprakta yetişen bir bitki olduğunu bu terimin anlamı gereği biliriz.
Terimlerin neleri varsaydığı, diğer bir deyişle, terimlerin işaret etmek durumunda olduğu nesnelerle terimlerin anlamları arasındaki ilişki problemi (bu konuda, mesela bkz. Denkel, 1981) günümüz düşünürlerinin de üzerinde durduğu önemli problemlerden birisidir. Bu problem, Russell’ın, meşhur yalancı paradoksu* ve diğer paradokslar (bu paradokslarla ilgili olarak bkz. Grünberg, 1962, s.38-57) için ileri sürdüğü çözümler dolayısıyla güncel hale gelmiştir.

Bağıl terimlerin Quine’nın yaptığı biçimde (Quine, 1974, s.137 vd.) niceleme mantığı aracılığıyla incelenmesi, bu terimlerin günümüz mantığıyla olan ilgisini gösteren başka bir örnek olarak düşünülebilir.
2.5. Olumlu ve Olumsuz Terimler, Yokluk Bildiren Terimler
Olumlu terimler, işaret ettikleri nesnelerde bir niteliğin varlığını bildirirler: «Cesur», «madeni», «mutlu», «kuvvetli» gibi. Olumsuz terimler ise, tersine, birtakım niteliklerin bulunmadığını bildirirler: «Mutsuz», «madeni değil», «zayıf», «iyi değil», «korkak», veya «kuvvetsiz» gibi. Yani kısaca olumsuz terimler, «siz», «suz» gibi takılarla veya «olmayan», «değil» gibi ifadelerle meydana getirilebilmektedir.
Yukarıdaki türden takılarla meydana getirilen her terim, şüphesiz anlamca olumsuz değildir: «şekilsiz», «sessiz» gibi. Hatta bu gibi terimlerin olumlu bir anlamı da olabilir: «ölümsüz», «kusursuz», «eksiksiz» gibi.
Bu durumda, aldığı takılar gereği olumsuz görünüşte olsa da, olumlu bir terimin, bir nesnenin veya niteliğin mevcudiyetini bildirmeye yaradığını söylemek gerekir. Olumsuz bir terim ise, bir niteliğin bulunmadığını ifade eder. Böyle bir terim, olumlu terimlere «değil» veya «olmayan» takısının ilavesiyle meydana getirilebilir. Mesela: «Cesaretli olmayan», «beyaz değil» gibi.
Birbirlerine göre olumlu ve olumsuz durumda olan terimler, çelişik, karşıt ve zıtlık bildiren terim guruplarını meydana getirirler.
Biri diğerinin olumsuzu durumunda olan iki terim arasında ortak bir terim yoksa (Latta-Macbeath, 1941, s.31), bu iki terim çelişiktir (contradictory). Sözkonusu iki terim arasında ortak bir terim varsa, bu gibi terim çiftleri, Karşıt (contary) terimleri oluştururlar. Mesela «az» ve «çok» terimleri karşıttır; çünkü «eşit» terimi aralarında ortak bir terimdir. Halbuki «az» ve «az olmayan» (veya «az değil») terimleri arasında ortak bir terim yoktur ve bu iki terim çelişiktir. Bu durumda, «beyaz» ve «siyah», «mutlu» ve «mutsuz», «sıcak» ve «soğuk», «gece» ve «gündüz» gibi terimler karşıt terimler guruplarını oluştururlar. Karşıt terimler aynı bir nesneye atfedilebilirler. Mesela bir kalem beyaz ve siyah, bir demir sıcak ve soğuk, bir insan mutlu ve mutsuz olabilir. Aynca, aynı bir nesne, olumsuz terim çiftlerinin dışında sayısız niteliklere (yani, ortak terimlere) sahip olabilir: Bir kalem beyaz, siyah veya başka renklerde olabileceği gibi, uzun, kısa, ağaçtan, madeni vs.olabilir. Bu husus, karşıt iki terimin aynı nesne için beraberce doğru olabileceğini göstermektedir. Fakat bu durum çelişik terimler için sözkonusu olmaz. Mesela «kalem» ve «kalem olmayan» terimleri aynı nesne için kullanılamaz.
Zıt (opposite) terim çiftleriyle ilgili olarak, psikolojik özelliklerimizden sözetmek mümkündür. Mesela, «iyi» ve «kötü» gibi iki terim, bir düşünce, bir görüş, bir değer yargısı, bir inanç veya bir beğeni ifade etmede kullanılabilir. Karşıt terimlerde olduğu gibi, zıt terimler arasında da ortak terimler bulunabilir.
Çelişik terimlerin diğer terimlerden farklı olan yönü, bu terim çiftlerinin, (De Morgan’ın kullandığı deyimle): «Konuşma Evreni» ni ikiye ayırmasıdır. Yani, «beyaz» ve «beyaz olmayan», «kalem» ve «kalem olmayan» gibi çelişik terimlerden olumlu olanları, bir nesne veya bir niteliğin mevcudiyetini bildirirken, olumsuz (yani, çelişik) terimler ise olumlu terimle sözü edilenin dışında kalan her şeyi (söz edebileceğimiz -yani, konuşma evrenini oluşturan- her şeyi) kapsamak durumundadır.
«Kalem değil» gibi bir terim dolayısıyla «kalem» dışında kalan akla gelebilecek her şeyi düşünmek mümkündür. Fakat olumsuz terimlerin kapsamının bu kadar geniş olması, bazı güçlükleri de beraberinde getirmektedir. Mesela bir nesneyle ilgili olarak kullanılacak «kalem değil» ifadesinden bu nesne hakkında bir bilgi elde etmek sözkonusu değildir. Böyle bir belirsizlik karşısında bazı mantıkçılar, olumsuz terimlerle işaret edilmesi sözkonusu olabilecek nesneleri sınırlandırmışlardır. Bu görüşe göre, mesela «beyaz olmayan» terimi, konuşma evreni içindeki mümkün her nesneye değil, sadece renklere işaret etme durumundadır. Bu suretle, «beyaz değil», o halde «yeşil, mavi veya başka bir renktir» şeklinde bir çıkarım sözkonusu olur. Fakat genel olarak mantıkçılar, olumsuz terimlerin her türlü nesneye işaret edebileceği görüşündedirler (Keynes, 1887, s.43-44).
İki çelişik ifadeyle ilgili güçlükler, terimlerin içerikleri göz önüne alınmadığında ortadan kalkmaktadır. Çünkü bu durumda çelişik iki terimin sadece formları yönünden dikkate alınması sözkonusudur. Yani, «Z» bir terim ise, çelişiği «Z değil» veya «Z olmayandır. Günümüz mantığında da, «değilleme» temel bir mantıksal kavram olup, değillenmiş bir ifade diğerinin çelişiği olarak kabul edilir.
Olumlu ve olumsuz terimlerinin, «üçüncü halin imkânsızlığı» ilkesiyle olan ilgileri (bu konuda mesela bkz. Russell, 1961, s.274 vd.), ve bu terim çifti hakkında yapılan diğer tartışmalar (bu konuda mesela bkz. Geach, 1972, s.74-88) dolayısıyla, günümüz mantığı içinde de önemli bir yer tutmaktadırlar.
Olumlu ve olumsuz terimler yokluk bildiren terimlerden ayrılırlar. Yokluk bildiren terimler yapı olarak olumlu olabilirler. Fakat bir nesnede normal olarak bulunması gereken bir özelliğin mevcut olmadığını ifade ettikleri için anlamca olumsuzdurlar: Mesela, «kör», «sağır» gibi terimler bu guruba girerler.
2.6. Terimlerin Çokanlamlılığı
Terimlerde çokanlamlılık, bir terimin birden çok anlama gelebilmesidir. Mesela, «gül» kelimesi, bir çiçek adı, bir emir, bir insan adı olabilir. Aristoteles’in Kategoriler isimli eserinin hemen başında tanımladığı gibi, çeşitli nesneler ortak bir isime sahipseler, bu nesneler homonimdir. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bu tür nesnelere işaret eden terimler, çokanlamlı terimleri meydana getirirler. Yine Aristoteles’in De Interpretatione (Türkçeye, «Önermeler» adı altında çevrilmiş) eserinin hemen başında belirttiği gibi, terimler düşüncelerimizi aktarmaya yararlar. Düşüncelerimizi aktarmada kullandığımız bu araçlar, Aristoteles’in başka bir eserinde (De Sophisticis Elenchis’in* hemen başlarında) belirttiği gibi, nesnelerin yerlerini tutarlar; konuşurken, sözünü ettiğimiz nesneyi bulup getirmek yerine, o nesneyi adlandıran kelime vasıtasıyla düşüncemizi aktarırız. Kelimelerdeki kusurlar, bozukluklar bilerek veya bilmeyerek birtakım hataların yapılmasına yol açarlar. Bu bakımdan gerek doğru düşünebilmek, gerek başkasının düşüncelerini doğru olarak anlayabilmek ve gerekse düşüncelerimizi başkalarına doğru olarak aktarabilmek için, terimlerin bu gibi özelliklerinin bilinmesi ve dikkate alınması gerekir.

Bölüm Özeti
Önermenin yapıtaşı olan terim kavramının tanımı yapılarak, özellikleri ve türleri örneklerle öğretilmiş, düşüncede oynadığı rol üzerinde durulmuş ve mantık tarihindeki yerine işaret edilmiştir.
Kaynakça
EK KAYNAKLAR
ÜNİTE SORULARI
1. Dil içinde kendi başına anlam taşıyan en küçük birimler aşağıdakilerden hangisidir?
Çıkarımlar
Önermeler
Terimler
Cümleler
Kıyaslar

KM-1

1. KLASİK MANTIĞA GİRİŞ
1.1. Klasik Mantığın Önemi Ve Başlıca Özellikleri
Bu derste «Klasik Mantık» başlığı altında toplanabilecek (Aristoteles ile başlayıp günümüze kadar işlenerek gelmiş olan) çalışmalar ele alınmıştır. Gerçi klasik mantıkla ilgili çalışmalar günümüzdeki modern mantık çalışmaları yanında ikinci plana düşmüş durumdadır. Ama bu durum, klasik mantığın önemsiz olduğunu göstermediği gibi, klasik mantıkla modern mantık arasında herhangi bir karşıtlık bulunduğu anlamına da gelmemektedir.
Klasik mantık ile modern mantık arasındaki fark, bunların büyük ölçüde, farklı bir sembolik dil kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan da aralarında bir karşıtlığın olduğu söylenemez. Hatta tam aksine, günlük konuşma dili ile olan yakın ilişkisi dolayısıyla klasik mantık, modern mantığın hazırlayıcısı niteliğindedir. Yani, klasik mantık ile modern mantık birbirini ancak tamamlar.
Bu kitabın konusunu oluşturan klasik mantığın günlük dil ile olan ilişkileri ve modern mantığın tamamlayıcısı durumunda olması dolayısıyla kitabın başlığı «Temel Mantık» olarak seçilmiştir.
«Mantık», sadece bir bilim dalının adı olarak değil, günlük hayattaki akılyürütmelerimizle ilgili olarak da kullanılabilen bir kavramdır. Fakat, gerek klasik gerekse modern mantık, bir bilim olarak, günlük hayattaki akılyürütmelerimizle doğrudan konu edimez. Bu bakımdan, «mantıklı düşünüş», «mantıklı görüş» gibi deyimlerde geçen «mantık» kelimesini, bir bilimin adı olarak kullanılan «mantık» kelimesinden ayrı düşünmek gerekir. Bir bilimin adı olarak kullanılan mantık, birtakım kuralların, yani mantık kurallarının incelenmesi ve tespitiyle ilgilidir. Günlük hayatta kullanılan «mantık» kelimesi ise, nitelediği eylemlerin bu kurallarla olan uygunluğuna işaret eder. Bu bakımdan da aralarında ancak dolaylı bir ilişki bulunabilir. Şimdi kısaca bu dolaylı ilişkinin özelliklerini ele alalım. Böylece bilimsel bir disiplin olarak mantığın sağlayabileceği yararlar üzerinde durmak ve mantık öğreniminin ne gibi pratik amaçlara hizmet edebileceğini de görmeye çalışalım.
Pek çok kimsenin mantık okumadığı halde mantıklı düşünebildiğini, bu sebeple de bir kurallar sistemi olarak mantık bilimini öğrenmenin bir işe yaramayacağı ileri sürülebilir. Böyle bir olumsuz düşünce, ancak bir ölçüde doğru olarak kabul edilebilir. Çünkü, pek çok kimsenin birbiriyle anlaşamayıp birbirlerini mantıksızlıkla suçladığı ve neticede uzlaşmasız tartışmaların ortaya çıktığı da bir gerçektir. Bu durumda herkesin mantıklı düşünebildiğini söylemek güçleşir. Şüphesiz bazı tartışmaların temelinde öfke, menfaat çatışması, sinirlilik hali gibi gerekçeler bulunabilir. Fakat bazı tartışmaların da, doğrudan doğruya kişilerin doğru dürüst düşünememesinden kaynaklandığına hepimiz şahit olmuşuzdur. İşte böyle bir tartışma karşısında, bir görüşün veya düşüncenin neresinde yanlış bulunduğunu sezgisel bir yolla gözden geçirmek yerine meseleyi sistemli ve mantıklı bir şekilde ele alabilmek pek çok yarar sağlar.
Bu noktada, mantık bilen ve uygulamaları konusunda da bir deneyimi olan kimselerin karşısındakini ikna edebileceğini, yanlış bir bakış açısını benimsetebileceğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Böyle bir tehlike karşısında mantık bilmenin önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Mantık kurallarını bilmenin yararları, bu kuralları gramer kurallarına benzeterek açıklanabilir: Konuşmasını bilen herkesin gramer kurallarının bilincine sahip olması beklenemez. Fakat, mesela bir insan eğer yazar olmak arzusundaysa, bu takdirde gramer kurallarını bir kenara bırakamaz. Böyle bir kişi için gramer kurallarının bilinmesi temel bir zorunluluktur.
Gramer kurallarını bilen herkesin iyi bir yazar olması beklenemeyeceği gibi, mantık kurallarını öğrenmiş bir kimsenin bir probleme hemen bir çözüm getirebilmesi de beklenemez. Fakat buna rağmen, tıpkı gramer kuralları misalinde olduğu gibi, mantık kurallarını öğrenmek gereklidir. Başka bir benzetmeyle, yetenekli bir sporcu, aynı oranda yetenekli olmayan bir kişiye nazaran daha az çalışmakla daha üstün bir başarı gösterebilir. Fakat, eğer bu yetenekli kişi daha çok çalışırsa, başarısı eskiye göre daha da artıracaktır. Mantık kurallarını bilen bir kişi için de buna benzer bir durum sözkonusudur. Nitekim bir antrenör sporcularına mesela nasıl topa vurulacağını, nasıl boks yapılacağını gösterir. Fakat aynı antrenörden ders alan sporcular, ancak kendi yetenekleri ölçüsünde başarılı olurlar.
Kısaca, mantık kurallarını ve bu kuralları nasıl uygulayacağını bilen birisinin bunları bilmeyen birisi karşısında fikri üstünlük sağlama imkânı daha çoktur. Nitekim Antikçağ’da Sofistler, mantık kurallarını bilen birisinin bunları bilmeyen birisini nasıl kandırabileceğini, kişinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde mantığın nasıl kullanılabileceğini para karşılığı öğretmişlerdir.
Fakat mantığın günlük hayattaki uygulamaları, yukarıda da işaret edildiği gibi, bir bilim olarak mantığın konusu değildir; aralarında ancak dolaylı bir ilişki kurulabilir. Mantığın asıl uygulaması, başta bilgisayarlar olmak üzere yapay zeka gibi alanlarda karşımıza çıkmaktadır. Nasıl ki matematik fiziğe, kimyaya vb. bilimlere uygulanıyorsa, mantık da sözkonusu alanlara uygulanmakta, başta matematik olmak üzere konuşma dilinin ve insan düşüncesinin anlaşılmasında kullanılabilmektedir.
Nitekim, mantık çalışmaları çeşitli felsefe problemlerine; modern mantık çalışmaları, bilgisayarlardaki girift elektrik devrelerinin projelendirilmesine; yine modern mantık çalışmaları çeşitli matematiksel konulara; bazı mantık çalışmaları (mesela kuvantum fiziği dolayısıyla ortaya çıkan problemlerle ilgili olarak çok değerli mantığın kullanılması gibi) çeşitli bilimsel çalışmalarda; «değerler mantığı» gibi araştırma alanlarına; ayrıca yukarıda da belirtildiği gibi, günlük hayattaki akılyürütmelerimizde kullanılıp bu gibi alanlara uygulanabilmektedir.
Bu kitapta öncelikle klasik mantığın temel kavramlarının aktarılmasına çalışılmıştır. Ayrıca, ele alınan bu konuların, klasik mantık anlayışı çerçevesinde, felsefe problemleriyle olan ilgilerinden de sözedilmiştir. İkinci olarak, klasik mantığın özelliklerinden birisi olması dolayısıyla, mantığın günlük hayattaki akılyürütmeleriyle olan (dolaylı) bağıntısı (verilen örnekler vasıtasıyla) kurulmaya çalışılmıştır. Üçüncü olarak da, gerek konular işlenirken, gerekse bahar dönemindeki işlenecek konularla, modern mantık derslerine hazırlık yapılmaya çalışılmıştır.
Bölüm Özeti
Mantığın çeşitli problemlerle ilgisinin olduğu, gündelik akılyürütmelerde karşımıza çıkabileceği ve mantığın uygulama alanlarının neler olabileceği öğretilmiştir.
EK KAYNAKLAR
ÜNİTE SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
Klasik Mantık ile Modern Mantık arasında bir karşıtlık olduğu söylenemez.
Günlük dil olan ilişkisi dolayısıyla klasik mantık, günlük yaşamla ilgi içindedir.
Mantığın, günlük hayattaki akıl yürütmelerimizle hiç bir ilişkisi yoktur.
Pek çok kimsenin mantık okumadığı halde mantıklı düşünebildiğinden mantık bilimini öğrenmek bir işe yaramayacaktır.
Sofistler mantığın nasıl kullanılabileceğini para karşılığı öğretmişlerdir.

Oct 11, 2017

sevan

CUMHURİYET'İN YAYINLAMADIĞI RÖP
------------------------------------------------------
Üç hafta önce Cumhuriyet gazetesinden bir arkadaşa verdim bu röportajı. Yayınlamayacaklarından emindim. Nitekim yayınlamadılar.

Cum - Firarınız çok konuşuldu... Firar etmeye nasıl karar verdiniz? Kaçış hikayenizi anlatır mısınız?

SN - Hapisteki ikinci yılımın sonlarına doğru, 2015’te firar ihtimali ağır basmaya başlamıştı. 21 Aralık 2015’te izinli çıktığımda İstanbul’da büyük bir doğum günü partisi verdim. Niyetim ertesi günü yürümekti. Olmadı. Kışın olmaz dedik, arkadaşlar “biraz daha dişini sık hükümet bu işi çözecek” diyerek avuttular, erteledik. Birkaç hafta sonra yukarıdan gelen bir emirle kapalı cezaevine gönderildim, 14 ay başımı zindandan dışarı çıkaramadım. Disiplin cezam bitip yeniden açığa geçince hiç tereddütsüz düğmeye bastım.

Kaçış hikâyemi anlatmayayım isterseniz. Absürt bir süreçti, ne kadar beceriksiz ve şapşal olduğum ortaya çıksın istemem.

Cum - Firari özgürlük günleriniz nasıl geçiyor? Neler yapıyorsunuz?

SN - Samos yani Sisam adasındayım. Burası şahane bir yer, sakin, huzurlu, medeni ve olağanüstü güzel. Etrafa bakıyorum, beşeri ve mimari tek bir tane çirkinlik göremiyorum. TC şartlarına alışık biri için müthiş bir lüks bu. Bir arkadaşımın ufacık köy evine yerleştim, bütün gün harıl harıl kitaplarıma çalışıyorum. Akşamları mahallenin tavernasında komşularla iki kadeh çipuro içiyorum. Dağ yürüyüşü yapıyorum, göbeğim çatlayıncaya kadar bisiklet sürüyorum. Ufak ufak projeler de şekillenmeye başladı. Baharda bir dilbilim konferansımız olacak, bir iki mimarla konuştum ufaktan restorasyon işlerine de girişeceğim yakında.

Cum - Türkiye’ye bir gün geri dönebilme umudunuz var mı?

SN - Gönül zevzektir, umar.

Cum - Türkiye’de bir kesim, ‘başımıza ne geldiyse yetmez ama evetçiler yüzünden geldi’ diyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

SN - İdrak ve ahlak yokluğu diyorum. Türkiye’nin başına gelen felaketin asıl yaratıcısı “vatan-millet-bayrak” kisvesine bürünmüş, aşırı güçlü, çağdışı bir diktatoryal yapıydı. Şimdiki rejim o yapıyı kırmaya çalıştı, başaramadı, yüzüne gözüne bulaştırdı, eskisinden beter bir kaosa yol açtı. Bu olguyu bahane edip eski düzen savunuculuğu yapmak ya da eski düzenin muhaliflerini hedef göstermek en hafif tabiriyle aymazlıktır. Bir sonraki zorbalık dalgasına kılıf hazırlıyorlar şimdiden.

Kaldı ki, “yetmez ama evet”çilerin siyasi ağırlığı neydi? Elli bin oyları var mıydı sizce 2010 referandumunda?

Cum - Türkiye’deki aklı başında olan herkesin ya kaçtığını ya da kaçmaya yol aradığını yazmıştınız, bunun sonu nereye varacak ?

SN - TC devleti Türk toplumunu yiyip bitiren bir kanserdir. Bugün gelinen noktada toplumu makul ölçüler içinde yönetebilme kabiliyetini kaybetmiş görünüyor. Yakın gelecekte toparlanabileceğini sanmıyorum. Ameliyat lazımdır. Mesele bir şahıs meselesi değil bence, çok daha derin ve büyük bir problemin o vesileyle yüze yansımasıdır. Devlet çürümüştür. Sanırım bundan yüz yıl önce olduğundan daha beter çürümüştür. Nasıl gene ayağa kaldırılabilir hiçbir fikrim yok. Kaldırılması iyi midir, ondan da emin değilim.

-İnsan hakları aktivisti avukat Eren Keskin kesinleşen hapis cezalarına karşı kaçmayacağını söyledi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Üç buçuk yıl yatsın sonra gene sorarız. (Yok, bu tabii şaka. Umarım Eren Hanım bir gün bile o çirkin çukura düşmez, insan hakları mücadelesine her zamanki gibi özgürce devam eder. )

Cum - Nasıl bir Türkiye'ye dönmek isterdiniz?

SN - Atatürkistlerle İslamistlerin müzelerde sevimli bir tuhaflık olarak teşhir edildiği bir Türkiye'ye

Oct 9, 2017

İF-7

7. SON IONIALILAR
Giriş
Bu bölümde Kolophonlu bir Rhapsodos (gezgin ozan) olarak ünlenen Ksenophanes’in “arkhe nedir?” sorusuna verdiği yanıt ve kendine özgü üslubuyla yarattığı eleştirel felsefe öğretisi üzerinde durulacak; Ionia felsefesinin son düşünürü olan ve Yunan felsefesinde anlaşılması güç üslubuyla “karanlık filozof” olarak ayrı bir yer edinen Herakleitos’un arkhe hakkındaki görüşlerine yer verilecektir. 
7.1. Sivri Dilli Bir Rhapsodos: Ksenophanes
Pythagoras’ın ölümüyle ve Miletos kentinin İÖ 494 yılındaki yıkımıyla birlikte Sokrates Öncesi Dönemin ilk yarısı kapanmıştır.1 Bundan sonraki neslin düşünürleri artık sadece bilimin nüvelerini taşıyan kişiler değil, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla felsefecidir.2 Miletos’un kuzeyinde yer alan, günümüz İzmir’inin yakınlarındaki Kolophon şehrinde doğan Ksenophanes de (Ksenophanes: Ξενοφάνης) bu felsefecilerin ilkidir (İÖ yak. 570-470); hatta felsefeci olmakla da kalmayıp aynı zamanda sosyal ve siyasal konularda acımasız eleştiriler yapan bir şair ve ilahiyatçıdır. Bazıları onun kimsenin öğrencisi olmadığını, bazıları da Atinalı Boton’un ya da Arkhelaos’un öğrencisi olduğunu söylemiştir. 3
Pythagoras gibi, Yunan kültürünün doğu ve batı ayakları arasında bir köprü olmuş olan Ksenophanes, yirmili yaşlarında doğduğu kentten sürgün edilmiş ve gezgin bir ozan olarak (rhapsodos) hem kendisinin hem de başkalarının şiirlerini okuyarak tam 67 yıl Yunanistan’ın çeşitli kentlerini dolanıp durmuştur.4 Sicilya’da yaşamıştır, Zankle ve Katane’de yaşamıştır ve en nihayet Elea’ya yerleşmiş ve orada bir felsefe okulu kurmuştur.
Miletos Okulu gibi o da kendi evren anlayışını ortaya koymuş ve temel elementin ne su, ne de hava olduğunu belirtmiştir. Ona göre temel element topraktır, “çünkü her şey topraktan hayat bulmuştur ve toprakta son bulacaktır.”
Ksenophanes’in fosillerle ilgili yaptığı gözlem de bilim tarihinde yerini almıştır:
“Denizden uzaklarda, dağlarda deniz kabuklularına rastlanmış ve Siraküza’nın taş ocaklarında balık ve fok balığının izlerine; Malta’da da her tür deniz yaratığının yassı şekillerine. Bunların hepsi uzun yıllar önce her şeyin balçıkla örtüldüğü bir zamanda olmuş ve bu izler bu balçıkta kuruyup öylece kalmış…”
Ksenophanes tanrılarla ilgili yaygın görüşe karşı çıkışıyla da ünlenmiştir. Tanrıların insan kılığında düşünülmesini ve insanın yaptığı hataların tanrılara da yüklenmesini şiddetle eleştirmiştir. Dolayısıyla Homeros ve Hesiodos’un destan geleneğinin insan kılıklı çok tanrıcı anlayışına ve bu geleneğin zaman zaman tanrıları ahlaksız olarak göstermesine veryansın etmiştir. Şöyle demiştir:
Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı,
ya da elleriyle resim yapıp eserler üretebilselerdi insanlar gibi,
atlar at şeklinde, öküzler de öküz şeklinde
çizerlerdi tanrıları, bedenlerini de aynen benzetirlerdi
kendilerinin sahip olduğu bedenlere.

Habeşler der ki, bizim tanrılarımız basık burunlu ve kara,
Trakyalılar da der ki, bizim tanrılarımız sarı tenli ve kızıl saçlı.
Daha da ileri gitmiş ve tek bir tanrı olduğunu iddia etmiştir.5 Böylece tek tanrı fikrini savunanların arasında baş sıraya yerleşmiştir. Ksenophanes’e göre tanrı evrenin tek yöneticisidir ve ezeli-ebedidir. Özü küre biçimindedir; safi göz, safi kulaktır; safi akıldır, düşüncedir ve sonsuzdur.6 Bütün varlıkların en güçlüsüdür, dolayısıyla ondan daha az güçlü ya da ondan daha çok güçlü hiçbir şey yoktur; herhangi bir şey tarafından yenilmez ve herhangi bir şey ondan daha üstün olamaz, çünkü en güçlüden daha güçlü bir şey olmaz. Tanrının olduğu yerde durup dünyayı düşüncesiyle kımıldattığı görüşü ise, sonradan Aristoteles’in bu konudaki düşüncelerini dayandıracağı önemli bir görüştür.
Kolophonlu Ksenophanes’in günümüze kalan birkaç fragmanından çıkarılan bilgilerden bile onun düşüncelerinin ve şahsiyetinin zamanında etkin bir düşünür olmasını sağladığı görülür. Şiddetli eleştirileriyle Homeros’un yarattığı dünya ve ideallerle kavga etmesi, yaşadığı toplumun hem yaygın din inancını hem de siyasal yapısını sarsması, karakteri hakkında bilgi veren önemli verilerdir. Ama Ksenophanes’in Homeros dinine getirdiği eleştiriler onun Homeros’un büyüklüğünü kabul etmediği anlamına gelmez, ya da onun inançsız olduğuna. Aksine “safi bilgi ve güçlülük” anlamındaki tek tanrı inancıyla daha sonraki büyük düşünürlerin din alanındaki görüşlerinin mozaiklerini döşediği çok açıktır. Ayrıca onun felsefesinde polis (kent devleti) sadece ölümlülerin, yani insanların yaşadığı bir yer olmalıdır düşüncesi, dolayısıyla insani bir dünya hayal edişi o dönem için hayli cesur bir düşüncedir. Çünkü bu şekilde tanrıyı insanların içinden çıkardığını ve apayrı bir yere yerleştirdiğini açıkça ifade etmiş olur.
İstediği nitelikte toplum için de, yani iyi ve mutlu bir yaşam için yepyeni bir insan ideali geliştirir; hem ahlaki hem de kişisel mükemmelliğe erişmiş bir insan modelidir bu. Bu modelin özünde felsefi ve ahlaki sorumluluğunu bilen, mücadele etmekten kaçınmayan, farklı olmaktan korkmayan, kuramsal olan ve her zaman adil ve doğru olanı bilme cesareti gösteren, yani bir insana yakışacak nitelikte davranan insanın bilgeliği yatar. Bu bilgelik insan olmanın anlamını ve sınırlarını bildiği gibi, insanın tanrı olmadığını ve insanın yalnız yaşayamayacağını da bilir. İnsan hakikati tam olarak kavrayamaz, ama önemli olan hakikate yaklaşmak için gerekli olan bilgiye ermektir. İnsanın hakikat için verdiği uğraş, bilmek için verdiği uğraştır. Bu uğraş evrenin tümüyle açıklanamayacağının da farkına varma uğraşıdır aynı zamanda. Belli başlı şeyler, anlamlar ve açıklamalar hep ucu açık şeyler olarak kalacaktır ki hep daha ileriye gidebilelim ve ilerleyebilelim. Bu bilgelik anlayışı aslında insan erdeminin (arete) hakiki özüdür ve site devletinin olması gereken yapısıdır, çünkü bu bilgelik insanların birlikte yaşamaya yöneltecek sorumluluğu onlara zerk edecektir; bu yüzden bu bilgelik site devletinin garantisi ve hakiki özüdür.
7.2. Karanlık Bir Filozof: Herakleitos
Ionia felsefesinin sonuncu ve en önemli düşünürlerinden olan Efesli (Ephesos) soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Herakleitos [İÖ yak. 535-475] Yunan felsefesinin anlaşılması güç, gizemli ve bu yüzden en karanlık filozoflarından biri olarak ünlenmiştir. Lirik şair Skythinos onu şöyle tanıtır:7
Bu kadar acele etme sakın,
Ephesoslu Herakleitos’un kitabını bitireceğim diye,
çıkacağın yol öyle dik ki,
kasvetli, zerre ışık yok!
Ama bir eren kılavuz oldu mu sana,
aydınlanır bir anda,
güneş ışığı bile hiç kalır yanında!
Herakleitos’un bu gizeminin asıl nedeni kendisinin olduğu ileri sürülen ve günümüze fragmanlar halinde ulaşabilmiş Doğa Üzerine (Peri physeos; İÖ yak. 500) adlı düzyazı şeklinde yazılan eserdeki gizemli, karanlık ve dolayısıyla anlaşılması güç üslup ve bilmece gibi ifadelerdir. Üstelik başka başka sözcüklerle sürekli tekrarlanıp duran bu ifadeleri aralayıp da Herakleitos’un felsefesini tam manasıyla açık seçik kavramak zorlu bir süreçtir. Ayrıca, onun yaşamı hakkında kesin bilgi edinebileceğimiz kaynaklarında çok tartışmalı olması bu düşünürün gizemine gizem katmaktadır. Çünkü Efes kentinin yerlisi ve babasının adının Bloson olması ve felsefi anlamda Ksenophanes ile Pythagoras’dan daha geç, Parmenides’den daha erken bir dönemde etkin olduğunun bilinmesi dışında Herakleitos ile ilgili bilgilerin tümü kesinlikten yoksundur. Bu konuda Diogenes Laertios’un İS 3. yüzyıl başlarında yazdığı Ünlü Filozofların Yaşamları ve Görüşleri adlı eserinde Stoacı biyografi yazarlarına dayanılarak aktarılan bazı bilgilere rastlasak da, büyük olasılıkla bu yazarlar da Herakleitos’un yaşam öyküsünü onun bazı fragmanlarına dayanarak oluşturmuşlardır. Evet, bir dereceye kadar bazı fragmanlarından Herakleitos’un şahsiyetiyle, dinsel, toplumsal ve siyasal düşünceleriyle ilgili birtakım görüşlere varılabilir, ama son günleri, hastalığı ve ölümüyle ilgili aktarılanlar kesinlikten tamamen yoksundur. Örneğin bazıları onun vücudunun ödem yapıp şiştiğini ve bu yüzden öldüğünü söylerken, bazıları iyileşmek için kendini gübre yığınına gömdürdüğünü ve o pislik içinde köpekler tarafından parçalanıp öldürüldüğünü söyler.8  Ama yine de bu fragmanlar bize Herakleitos’un insana, topluma, dünyaya, siyasi ve ekonomik yapıya acımasız eleştirilerle yaklaşımını ve sivri dilli üslubunu açıkça göstermekten de geri durmaz.
Herakleitos Lidya (Lydia) krallığının Persler tarafından yıkılmasının ardından (İÖ 549) Pers egemenliğinin Anadolu topraklarında yaklaşık yarım yüzyıl hüküm sürdüğü bir dönemin çocuğudur; İ.Ö 500 yılında Anadolu Yunanlarının Perslere karşı ayaklandığı, ama anakaradan yeterli desteği göremedikleri için, bu ayaklanmalarının bedelini büyük bir yenilgiye uğrayarak ödedikleri, özellikle İÖ 490 yılında Efes’te aldıkları en ağır darbenin ardından, Miletos da dâhil olmak üzere, Ionia’nın birçok müreffeh şehrinin yakılıp yıkılmasına da neden oldukları buhranlı savaş yıllarının zihnidir. Dolayısıyla yaşadığı tarihin karmaşası onun fikirlerinde de şiddetli fırtınaların esmesine neden olmuştur. Bu şiddet özellikle Perslerin ikinci kez, ama daha serbest bir siyasi anlayışla yürüttükleri hâkimiyetleri sonucunda gelişen ticaret ve sanayinin zenginleştirdiği sınıflara karşı eleştirilerinde doruk noktasına ulaşmıştır. O hep aristokrasiden yana olmuş, demokrasi karşıtı bir tavır sergilemiş ve Ephesosluların demokrasi karşıtı olan kişileri şehirlerinden sürmesiyle ruhunun öfkesi arttıkça artmış, en sonunda tepkisini hakarete varan bir üslupla dile getirmekten de çekinmemiştir. Şöyle ki: “Efeslilere en yakışan hareket, şehirdeki yetişkinlerin kendini asması ve bu şehri yetişkin olmayanlara bırakmasıdır.”9
Herakleitos’un gönlünde söz konusu kesime karşı nefreti böyle günden güne büyümüş, ardından daha geniş halk kitlelerine yayılarak yığını aklın sesine kulak vermeyen ya da kör ve cahil kimseler olarak nitelemesine yol açacak kadar derinleşmiştir. Duyularıyla algıladıklarının bir adım ötesine geçemeyen anlayışsız kalabalığı her fırsatta “Aklın ezeli ve ebedi hâkimiyetini insanlar anlamaz; Köpekler tanımadıkları kimselere havlar; Eşekler samanı altına tercih eder; Bir kişi, eğer en mükemmelse, benim için onbin kişidir,” diyerek sürekli yermiştir.10
Evet, Herakleitos’a göre, halk kalabalığı, yığın ya da çokluk dediği kitleler kavrayıştan yoksundur. Ne yaşama tarzları, ne düşünme biçimleri, ne algı düzeyleri, ne tanrı anlayışları, ne inanç şekilleri doğruluk içerir. Özellikle gizem dinleri (mysteria), bu dinlere tapanlar ve kendilerinden geçip akıllarını kaybederek gerçekleştirdikleri ayinler, kesilen kurbanlar, akan kanlar birer cehalet gösterisidir. Ona göre, resimlere tapmak duvarlarla konuşmakla eştir; kurban kesmek, kan akıtmak bir pisliği başka bir pislikle temizlemekle, kana bulanarak temizlenmekle eştir.11 Herakleitos özellikle şarap tanrısı Dionysos’un kültüne tapanlara, tanrıyı yad etmek için gece düzenlenen ve umarsız bir coşkuyla kutlanan ayinlere, kadın rahibelerin (Bakkhalar) aşka gelip attığı kulak tırmalayıcı çığlıklara; sihirbazlar dediği doğulu rahiplerin birbirinden tuhaf adetlerine şiddetle karşıdır. 12
Onun şiddetli üslubundan kendinden önceki edebiyatçıların ve düşünürlerin çoğu da nasibini almıştır. Fırsatını bulduğu anda, “Çoğunun öğretmeni Hesiodos’tur. İnsanlar onun çok şey bildiğini sanıyor, oysa o gece ve gündüzün bir olduğunu bile bilmeyen biri,” gibi ifadelerle pervasızca kullanmıştır bu üslubunu.13 Zaten sonunda dayanamamış, çekip gitmiştir Efes’ten ve Efeslilerden. Doğup büyüdüğü toplumunu terk edip uzaklara kaçmış, münzevi bir hayata çekilmiştir, ama, yazık ki, o dönemde devasız bir hastalığa yakalanıp yaşamını da yitirmiştir.
Herakleitos’un felsefi görüşlerinin elde edildiği fragmanlar genellikle doğayla, siyasetle ve teolojiyle ilgili fragmanlar olarak üç guruba ayrılarak incelenir. Yukarıda da bahsedildiği üzere, bu fragmanların gizemli ve herkesin anlamayacağı tarzdaki karanlık üslubu yazarına Karanlık (Skoteinos)sıfatının yakıştırılmasına neden olur. Herakleitos bu karanlık görünümünü ve anlaşılmazlığını kendisini Delphoi kehanet merkezinin tanrısına, yani adını anmasa da tanrı Apollon’a ve kullandığı dili bu tanrının anlaşılması güç kehanet diline benzeterek daha da belirgin kılar. Çünkü ona göre bu tanrı, tıpkı kendisinin de yaptığı gibi, düşüncesini ne açık açık söyler, ne de gizler; sadece işaretlerle gösterir.”14
Durum böyleyse, onun düşüncelerini sadece seçkin bir azınlık anlayacaktır, kalabalıklar onun düşüncelerindeki gizeme asla vakıf olamayacaktır. Çünkü ona göre, değerli şeyler ender bulunur, ancak uzun ve yorucu bir çalışma sonucu elde edilir. Bu gizem altın değerindedir ve altın arayıcısı altını bulmak için toprağı ta derinlerine kadar kazmak zorundadır; hatta kazdığında o altından çok az miktarda bulacağını da çok iyi bilir. 15
Herakleitos’un bu gizemli tavrı kendisinin herkesin göremediği bir şeyi gördüğünü, herkesin kavrayamayacağı bir sırra erdiğini ima eder niteliktedir. Bu anlamda aslında yerdiği düşünürlerin başında gelen Pythagoras’ın hem şahsına hem de onun felsefesini küçük, kısa özdeyişler halinde ve sırlarla dolu bir üslupla sunmasına çok benzemektedir.
Herakleitos’un keşfettiğine inandığı sır şudur: Görünüşte birbirine zıt gibi görünen şeyler, aslında bir ve aynıdır; bu birlik, daha derin düşünüldüğünde, aynı zamanda çokluktur. O halde bilmek veya bilge olmak birbirine zıt olanların temeldeki gizli birliğini görebilmektir; bu görüşe ermekse, çok şey bilmenin ya da malumat sahibi olmanın çok ötesindedir. Kendisinden önceki doğa düşünürleri de bu birliği ve bu birlikteki çokluğu arkhe dedikleri ana maddede aramışlardır. Thales suda aramıştır, Anaksimenes havada, Anaksimandros ise apeiron’da. Ama Herakleitos bu arayışı daha sırlı bir üslupla, daha karanlık deyişlerle dile getirerek bize sunmuş ve kendi arayışını daha derin bir arayış olarak göstermiştir. Bunun bir nedeni de aslında diğer doğa düşünürlerinden kalan fragmanların neredeyse yok denecek kadar az oluşu, ama ondan kalan fragmaların bunlarla karşılaştırıldığında görece daha fazla oluşudur ki, bu durum bizim onun düşüncelerini diğerlerine oranla daha ayrıntılı görebilmemize ve yorumlayabilmemize olanak tanımaktadır.
Herakleitos için şeylerin altında yatan birlik ateştir (πυρ: pyr). Ateş, her şeyin kendisinden çıktığı ve ona geri döneceği ana maddedir, arkhe’dir. Yaratırken yok eden, yok ederken var eden bir kuvvettir; akıl sahibidir. Maddede görülen değişik biçimler ateşin bu yaratıcı etkisinden kaynaklanır. Çünkü ateş, doğası gereği, herhangi bir şeye rahatça dönüşebilecek ve her şeyi de rahatça kendisine dönüştürebilecek yapıdadır. Herakleitos’a göre ateş bu dönüşümü kendisinden öncekilerin ileri sürdüğü ana maddelerden çok daha kolay başarır. Çünkü diğerlerinden daha iyi şekilde harekete geçirir kendini, daha iyi şekilde kendi kendine değişir ve öteki varlıklara dönüşür. Çünkü ateş çok hareketlidir, süreklidir, capcanlıdır ve çok kuvvetlidir. Yanan bir şeydeki aleve bakıldığında, ateşin bu nitelikleri kolaylıkla gözlemlenir; yani canlılığı ve sürekliliği. Yanan şeyler farklı farklı şekillere dönüşebilir, ama onları yakan ateş hep aynıdır. Alev alev olmaktan hiçbir zaman çıkmaz. Herakleitos bu aynılığı, “her malı altınla, altını da her tür malla takas edebilirsiniz; aynı şekilde, her şey ateşle, ateş de her şeyle takas edilebilir,”16 diyerek ifade eder. Ama bu takas sırasında, yani her şeyi oluşturduğu sırada, kendisini gizleyen (ancak bilgelere açık olan) tanrısal bir alevdir adeta. (Bu ateş aslında bizim bildiğimiz ateş olmakla birlikte Herakleitos’un zihnindeki yansısı, daha ince ve daha az maddi yapıdadır; öyle ki sonradan Herakleitos yorumcuları bunu enerjiyle bir tutmuşlardır.)
Gerçekten de Herakleitos öncesi doğa düşünürlerinin ileri sürdükleri ana madde, ateşe oranla daha çok varlık özelliği gösterir. Ama Herakleitos’un ana maddesi varlıktan daha öte, “bir hareket, bir süreçtir.” Çünkü ateş sürekli hareket eden bir şeydir ve aynı zamanda bu hareketin kendisidir. Bu özelliğiyle maddeden öte, bir süreç, bir oluş ve bozuluştur (ya da yok oluştur). Önceki doğa düşünürleri de bu süreci, yani bu oluş ve bozuluşu gözlemlemiştir, ama onların amacı bu sürecin temelindeki varlığı aramaktır. İşte Herakleitos’un farkı, bu sürecin altında hiçbir varlık aramamasıdır, çünkü ona göre varlığın kendisi zaten bir süreçtir, kendisi kendi kendine bir oluştur. Böylece Herakleitos ateşle “varlığı, oluşa indirgediğini” ima etmiştir.
Bunun yanı sıra, Herakleitos’un karşıtlıklarla ilgili görüşleri de, önceki düşünürlerden, özellikle Anaksimandros’un karşıtlıklarla ilgili görüşlerinden farklı bir içeriktedir. Çünkü Anaksimandros için karşıtlıklar kötülük (uyumsuzluk) olduğundan, ancak bire ya da birliğe (apeirona) döndüklerinde bu kötülüklerinden (uyumsuzluklarından) sonsuz iyilikle (sonsuz uyumla) hemhal olup kurtulur. Oysa Herakleitos için karşıtlıklar kötülük değil, iyiliğin ta kendisidir. Başka bir deyişle, karşıt olanların savaşı asla bir kötülük değildir. Çünkü ona göre var olmak, aralarında aykırılık bulunan ya da aynı cinsten olan şeylerin birleşmesidir; var olmak karşıtların hareketi demektir ve bu hareket ezeli ve ebedidir. Ona göre “karşıt olan şeyler bir araya gelir ve bu uzlaşmazlıktan müthiş bir uzlaşım doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.”17 Karşıt olanlar, “yani, olumlu-olumsuz, bilinen-bilinmeyen, erkek-dişi gibi karşıtlıklar”, birbirleriyle uzlaşmaz olan ve farklı yönlere giden öğelerdir. Bu uzlaşmaz ve birbirinden ayrı duran öğeler bir araya gelerek bir bağlam veya uyum (harmonia: ἁρμονία) oluşturur. Herakleitos’ta bağlamı ve uyumu oluşturanlar, birbiriyle uyumlu ve uzlaşan öğeler değil, tersine uyumsuz ve uzlaşmaz olan öğelerdir.18  Buradaki uyum, yani Yunanca harmonia kelimesi, “birbiriyle uyumlu parçaları bir araya getirme ve bağlama” anlamına geldiği gibi, “düşman güçlerin ya da karşıt güçlerin arasındaki uyuşma ve uzlaşma” anlamına da gelir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Herakleitos’a göre harmonia “uzlaşmaz olanların birliğidir.” Kısaca, Herakleitos için karşıtlıkların savaşı (polemos), varlığın ya da oluşun temel şartıdır. Bu savaş olmasaydı, hiçbir şey ortaya çıkmazdı. Çünkü “evren, karşıt olanların mücadelesinden doğan bir uyumdur”.
Herakleitos için her şeyin her şeye aykırılığından bir “harmonia” doğuyorsa, evrenin ve içindeki her şeyin meydana gelmesi ve yaşamlarına devam edebilmesi için, demek ki sürekli bir çarpışma, sürekli bir zıtlık gereklidir. İşte bu yüzden, ona göre, “savaş her şeyin babası ve her şeyin kralıdır. O bazılarını tanrı, bazılarını insan yapar; bazılarını köle kılar, bazılarını da özgür.”19
Karşıtlıkların mücadelesinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için değişik örnekler de verir. Örneğin, bir yay iki zıt unsurdan meydana gelir: bir ağaç kısmı, bir de kiriş kısmı vardır ve bunlar birbirinin zıttıdır. Çünkü kiriş ağacı hiç de doğal olmayan bir yolla gererken, ağaç da kirişi aynı şekilde, yani doğal olmayan bir yolla gergin tutar. O halde yayı yay yapan, bu zıt kısımların (ya da zıt kuvvetlerin) gerilimidir. Bir yayın yay olmaktan çıkması, bu gerginliğin yok olmasına bağlıdır. Demek ki bu gerginlik, yayın yay olması için gerekli bir şeydir. Dolayısıyla, zıtlıkların arasındaki gerginlik (savaş ya da mücadele) hakkın, adaletin veya zorunluluğun ta kendisidir. Çünkü bu gerginlik ya da savaş her şeyde ortak olandır, her şey savaşla doğar, her şey savaşla yok olur; başka deyişle, oluş ya da süreklilik savaşla mümkündür. Daha yalın bir ifadeyle, Bir olanın birliğini sağlayan, çokluğun birbirine zıt olan gerilimidir. Bu gerilim ortadan kalkarsa, birlik de ortadan kalkar. Çünkü çokluk olmadan birlik, birlik olmadan da çokluk olamaz; Evren, bir ve aynı zamanda çok olduğuna göre. Herakleitos bu düşüncesini şu şekilde ifade eder:
“Ölümlüler, ölümsüzdür; ölümsüzler de ölümlü. Biri diğerinin ölümü ile hayat bulur; diğerinin hayat bulmasıyla ölür; Bir dairenin çemberinde başlangıç ve son aynıdır; Yaşamakla ölmek bir ve aynı şeydir; uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar da keza birdir, çünkü ilki değişince ikincisi olur; ikincisi değişince birincisi olur; İnen ve çıkan yol bir ve aynıdır.”20
Karşıtlıkların daha da derinine inmek istersek, Herakleitos’un, yukarıda da belirttiğimiz gibi, varlığı oluşa indirgediğinde, her şeyin sürekli bir akış halinde olduğu düşüncesinin arkasında yatan manayı iyice anlamamız gerekir: Herakleitos “Aynı nehre girenlerin üstünden her an yeni sular akar; ya da aynı nehre adım atarız ve giremeyiz; biziz, biz değiliz,”21derken ve felsefede klasik bir deyiş haline gelerek “pantarei: her şey akar,” diye özetlenen görüşünü sunarken, her şeyin her an değiştiğini vurgular. Ama bu değişim içinde ateşin, yani birliğin hep aynı kaldığının da üstünde özellikle durur. Çünkü ona göre bu birlik bir yasadır ve bütün değişimler bu yasa sonucu olmaktadır. Bu yasa, değişende değişmeyendir; ya da kısaca bu yasa değişimin mantığıdır, ilkesidir. Ona göre ateş, bu yasaya göre yanar, bu yasaya göre söner. Dolayısıyla, bu yasa Herakleitos için bir ölçü, bir sınır ya da onun deyişiyle Logos’tur. Ateşin en saf kaynağı olan “Güneş bile sınırlarını aşamaz”, ona göre, “olur da aşarsa, adaletin hizmetkârları olan Öç tanrıçaları onu yakalar.” 22 Çünkü Logos, aynı zamanda bir zorunluluktur; bir mantıktır; işitilebilen bir sözdür. Herkese, her şeye kendini sunduğu halde, kendisine gönlünü kapatanların, yani yığınların idrak edemeyeceği gizli ya da tanrısal bir akıldır; Logos, yepyeni bir tanrısal dünya kanunudur. Bunu anlamak için tanrısal bir kavrayış yeteneğine, tanrısal bir duyuşa ihtiyaç vardır.23 Herakleitos Logos’u sezgi yoluyla (Latince, intuitio) evrenin derinlerine dalıp keşfetmiştir ve keşfedince görmüştür ki, Logos’un dili kutupluluktur, başka deyişle Logos’un özü karşıtlıklardan ibarettir. Bitip tükenmeyen bir hareketlilikle serpilip gelişir bu karşıtlıklar ve arkalarında hep hazır bulunan bir tanrı fikri söz konusudur. Bu fikir, karşıtlıkların bir olduğu noktadır. Görmek için bakan gözlere karşıtlıkların bu birliği her yerde ve her zaman görünür. Örneğin, bir bütünün iki yarısı olan gece ve gündüzde; sonsuzca akan bir nehre benzeyen ve hem varolmayı hem de yok olmayı içinde barındıran insanın hayatında; erkek ile dişide; savaştaki yenme ve yenilmede; uyanıklık ile uykuda; gençlik ile yaşlılıkta; yaşam ile ölümde. İşte tüm bu karşıtlıklar iki ayrı şey olarak görülseler de aslında bir ve aynı şeydir; ya da Bir’in ayrı ayrı yanlarıdır.
Peki gerçekten nedir bu Logos denilen birlik, ortaklık, yasa, zorunluluk, söz, ilke, hakikat ya da akıl? Evrenin dışında mıdır, içinde midir; yoksa tanrı mıdır? Bu soruların en yalın cevabı şudur: Logos, Herakleitos’un ateşinin kendisidir. Çünkü ateş hem evren, hem tanrı, hem de Logos’tur. İlle de bir ayrım yapılacaksa, tanrı evrenin ilkesi olan bu ateşin en saf halidir denilebilir; Logos da bir yasa ya da kuvvet olarak tanrının evrende iş gören yanıdır. Kısaca Logos evrene içkindir. Ateşin bizzat özünde olandır; ateşin kendisi olan yasadır. Buna siz ister tanrı deyin, ister tanrısal yasa. Çünkü şeylerin altında yatan sadece tek bir akıl (sophon) vardır.24 Demek ki, Herakleitos’a göre tanrı, düşünen ve düşünceden ibaret olan ateşten bir düşünmedir. Ne maddedir, ne vardır, ne yoktur; her şey ve hiçbir şeydir; sürekli bir oluş çelişmesiyle yok olan bu Ateş, söndükçe yanacak, yandıkça sönecektir. Yani evren bir alev tufanı içinde yok olacak, ama yok olan evrenden, yeni ve yine ateşli bir evren doğacaktır. 25Bunun anlamı şudur: Evren ya da âlem tanrıdan önce vardı, şimdi de vardır, gelecekte de var olacaktır. O halde, âlemi hiçbir tanrı ya da hiçbir insan yaratmamıştır. Tanrı, gündüz ve gecedir; kış ve yazdır; savaş ve barıştır; bereket ve kıtlıktır. Tanrı, insana küçük çocuk adını vermiştir, çünkü ona göre her şey insan gibi çocuktur.
Bu düşünceler Herakleitos’un toplumundaki yaygın din anlayışına da karşı olduğunu gösterir. Çünkü ona göre gerçek din, düşüncelerimizle evrensel ateşin tanrısal düşüncesine dalmaktan ibarettir. Hayallere tapmak, ölülerle konuşabileceğini farz etmek, yukarıda da söz edildiği gibi, kanlı kurbanlarla dinsel kutlamalar yapmak insanı arındırmaya yetmez. Dolayısıyla Herakleitos’ta öte dünya ya da ahret fikri de yoktur, çünkü onun tanrısı öç alan, ödül veren bir tanrı değildir. Ayrıca, ona göre tümel bir ölüm de yoktur, ancak bireylerin ölümü söz konusudur.
Herakleitos’a göre, karşıtlıkları birbiriyle uzlaştıran şey zamandır (aion). Zaman ona göre “dama oynayan bir çocuktur (pais); yani, saltanat çocuğun elindedir”. 26 Bu saltanat, sadece karşıtlıkların oyununa, onları birbirine bağlayan uyuma has bir saltanattır. Tamamen tanrıya ait bir saltanattır. Çünkü tanrı, ya da Herakleitos’un düşüncesindeki tanrı, görünen uyumdan daha üstün, yüce ve görünmez bir uyumdur; ve bu gizli uyum, görünen uyumdan çok daha iyidir. 27
Kısaca, Herakleitos Ateş ya da Logos kuramıyla aslında uyanıkken uyuyan insanlığı dürtüp tam anlamıyla uyandırmak ve yüksek bir idrak gücüne erdirmek ister. Çünkü Logos aslında şu koskoca dünya gibi hepimizin gözleri önündedir. Ama bizlerin en büyük yanılgısı gözlerimizin önündeki doğruyu göremememizdir. “Duysalar bile öyle bir cehalet içindeler ki,” der halk için, “sağır gibi davranıyorlar. Burada oldukları halde, yoklar deyişi ne de güzel ifade ediyor onların bu durumunu.”28Burada Herakleitos’un duyularımızın bizi tamamen yanılttığını düşündüğünü söyleyemeyiz. Çünkü ona göre insanın dışındaki şeyleri anlaması için sahip olduklarının başında duyuları gelir. Ama önemli olan insanın duyularıyla algıladığını muhakeme edebilme yeteneğidir. Logos’u yani şeylerin hakikatini gördüğümüz halde, görmememizin sebebi budur. Onun her şeyde ortak olduğu halde, bizim onu alışılmadık ve beklenmedik bir şeymiş gibi düşünmemizin sebebi de budur. “Tek bir ortak akıl (ya da ilke: Logos) vardır, ama çoğunluk kendilerine ait bir akıl (phronesis) varmış yaşar.”29 “Evren uyanık olanlar için tek ve ortaktır, ama uykudayken her insan yana, yani kendine özel evrenine dönüp kıvrılır.”30
Uygulamalar
Ksenophanes’in felsefe öğretisinin asıl amacını irdeleyin.
Ksenophanes’in tanrı anlayışıyla toplumların geleneksel tanrı anlayışını karşılaştırın.
Ksenophanes’in Yunan felsefesindeki yeri ve önemi üzerine kısa bir makale kaleme alın.
Herakleitos’un gizemli öğretisinin asıl amacının sorgulayın.
Herakleitos’un Logos anlayışı üzerine kısa bir makale kaleme alın.
Her iki düşünürü kendilerinden önceki Yunan düşünürleriyle kıyaslayın.
Uygulama Soruları
Ksenophanes’in dini ve siyasi görüşlerini değerlendirin?
Ksenophanes’in bilgeliği nasıl bir bilgeliktir?
Ksenophanes ile Miletos okulunu karşılaştırın.
Ksenophanes ile Pythagoras’ı karşılaştırın.
Herakleitos’un “Karanlık” sıfatı nereden ileri gelir?
Herakleitos’un ateşinin özellikleri nelerdir?
Herakleitos karşıtlıkların birliğini nasıl tanımlar?
Herakleitos için çok şey bilmek ne anlam ifade eder?
Herakleitos’da uyanık olanlar ile uyuyanlar arasında ne fark vardır?
Herakleitos’un felsefi düşüncelerinin altında yatan amaç nedir?
Bölüm Özeti
Ksenophanes’in amacı, ahlaki açıdan mükemmel bir insan yaratmaktır. İyi ve mutlu yaşam, ancak böyle bir insanla mümkün olur. İnsan, insani aklıyla hiçbir zaman hakikate tam olarak vakıf olamaz, ama insan olabileceği en üst konumda olursa, hakikate yaklaşabileceği bilgiyi de elde etmiş olur. Aslında insanın hakikate tam olarak vakıf olamaması, onun hep ileriye bakmasına, hep kendini geliştirmesine neden olacağı için, bir anlamda da onun yararınadır.
Ksenophanes’teki gelişim fikri, farklı nüanslar içermekle birlikte Herakleitos’ta da mevcuttur. Çünkü o da gizemli öğretisiyle insanı uyandırmak, sezgi gücünü geliştirmek, hep ileriye dönük yaşamasını sağlamak ister. 
Kaynakça